14 Mayıs 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) Bir Sadaka Bin Belayı Def Eder

Sadakalar. "SADAKA": İnsanın malından sırf Allah'ın hakkı olarak
ayırdığı vergidir. Allah'a sadakatla bağlı olmak anlamından alınmış
olan bir kavramdır. Sadaka vermek demek olan "tasadduk" kelimesi aynı
köktendir ve "sadakatle bağlılığı aramak" anlamına gelir, Sadaka
kavramında üç ana unsur vardır:

1. Fakirlik, yani sadakaya muhtaç durumda olmak,

2. Temlik, yani yapılan yardımın, sadaka diye verilen şeyin mutlaka
alanın eline geçmesi ve onda tasarruf edebilmesi,

3. Allah için verilmiş olmak.

Sadaka, herşeyden önce vacip veya nafile olmak üzere iki kısımdır ki,
vacip olan kısmına "Zekât" denilir. Her iki kısmın da birçok çeşitleri
vardır. Mesela tarım ürünlerinden alınacak zekâta "öşür" denilir.
Ayrıca sevaim (hayvanlar), ağnam (koyunlar), ticaret, nukud (nakit
paralar), rikaz (defineler), meadin (madenler) adı verilen başka
bölümleri vardır. Nefsin zekâtı olan "Sadaka-i fıtır" vardır. Görülen
ve görülmeyen mallardan alınan bu zekâtların hepsi vacip olan
sadakalar cinsindendir. Ve çoğul olarak "Sadakat" kelimesi bunların
hepsini kapsamı içine alır. Fakat âyetin sonundaki bağlantı
karinesiyle burada asıl söz konusu olan ve maksat olarak gözetilen şey
farz olan sadakalar, yani zekât çeşitleridir. Şu halde toplu mânâ
şudur:

Meselenin içyüzü ve özü o münafıkların zannettikleri ve arzuladıkları
gibi değil, bilinen bütün çeşitleri ile sadakalar adı altında toplanan
zekât cinsinin hepsi münhasıran şunlar içindir: Fakirler ve yoksullar
içindir. Şöyle ki, "Onların mallarında dilenen ve dilenmeyen
yoksullara ait belli bir hak vardır." (Me'âric, 70/25) âyetinin de
öngördüğü şekilde vacip sadaka demek olan zekât bunların belli ve
bilinen haklarıdır. Sadaka kavramı herşeyden önce fakirlik kavramı ile
birlikte ele alınmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir
hadisi şeriflerinde bunu şöyle ifade buyurmuşlardır: "Ben sadakayı
zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum". Bununla
sadakanın fakirlere ait olduğu ve vacip olan sadakanın, zenginin bir
lütfu değil, fakir kesimin zenginlerin zimmetine geçmiş bir hakkı
demek olduğu, yani bir borcun sahibine geri ödenmesi demek olduğu
anlatılmıştır. Şu kadar ki, bu hak, doğrudan doğruya her fakir kişinin
kendi öz hakkı değil, fakir fukara kesiminin bütününün genel bir
hakkıdır. Ayrıca bizzat kendilerinden bir sözleşmeyle veya gasp
yoluyla alınmış bir kazanılmış hak değil, Allah Teâlâ'nın emri ile
sabit olan hibe cinsinden bir haktır, yani Allah hakkıdır. Bundan
dolayı sadaka ancak Allah için sıdk u sadakatle verilir. Ne zenginin
fakire minnet ve eza yüklemeye hakkı vardır, ne de bir fakirin bir
zenginden istekte bulunmaya hakkı ve yetkisi vardır. Hatta her fakirin
her sadakayı almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamberimiz
soyundan, yani, seyyid olan bir fakirin zekât alması haramdır. Ancak
tatavvu olan sadakadan alabilirler, bir de hediye kabul edebilirler.
Yine bunun gibi soyundan geldiği kimselere ve kendi soyundan gelenlere
zekât ve vacip olan diğer sadakalar verilmez. Çünkü nafaka hakları
vardır. Ayrıca fakirlerin ellerinden alınmış borç, emanet veya gasp
veya benzeri herhangi bir haklarının geri verilmesinde sadaka mânâsı
bulunmaz. Bunun içindir ki, haram maldan verilen şeyler hakikatte
sadaka olamaz, ya bir başka hakkın kısmen iadesi veya bir haksızlıktan
başka bir haksızlığa geçiş anlamı taşır. Fakir, aslında muhtaç olan,
yani kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen kimse demek olmakla
beraber, az bir gelire sahip olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda
olduğunu gizleyebilir, hatta bu yüzden "İffetli ve çekingen
olduklarından, hallerini bilmeyenler onları zengin sanırlar." (Bakara,
2/273) âyetinin tarifi ile cahiller onları zengin bile sanabilirler.
Miskin ise düşkün demektir. "Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve
kimsesizler" (Beled, 90/16) âyetinin de işaretiyle yoksulluğu
dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir. Miskinlik
fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak anlamına gelir, üstelik
acizlik ve zillet mânâsını da ifade eder. Bununla beraber aksine
tefsir edenler de olmuştur. Hasılı bütün sadakalar herşeyden önce
fakirler ve yoksullar içindir; "fukara ve mesakin" hakkıdır, bunların
menfaatına tahsis edilmiştir. Aşağıda geleceği şekilde diğerlerine de
yine onların menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları
dolayısıyla verilecektir. Şöyle ki:

Ve sadakalar üzerindeki amillere. Yani toplanıp biriktirilmesinde
çalışan tahsildarlar, katipler, koruyucular, bekçiler, mesela davar ve
sığır cinsinden toplanan zekâtların çobanlığını yapanlar, hasılı bütün
bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu
zekâtlardan ücretleri verilir. Ve bu sebeple bunlar için sadaka
verilmiş olmaz, yaptıkları hizmete karşılık ücret olmuş olur. Ancak
onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin
ihtiyaçları yönünde yapılmış hizmetler olur, onların menfaatine ait
bulunur.

İmam Serahsi'nin "Mebsut" adlı eserinde zikredilmiştir ki Hz.
Peygamber, gerek görünen mallardan ve gerek görünmeyen gizli kapaklı
mallardan alınacak zekâtların tahsili için amiller tayin buyurdu. Hz.
Osman'ın hilafeti zamanında görünmeyen mallardan alınacak zekâtın
tahsilindeki zorluk sebebiyle bunlar zengin müminlerin kendi
vicdanlarına terk edildi ve yalnızca görülen malların zekâtları
üzerine amiller görevlendirmekle yetinildi, ki, o zamandan beri davar,
öşür, madenler ve gümrük memurları tayin edilmekle beraber, görünmeyen
mallardan alınacak zekât mükelleflere bırakılmış bulunmaktadır.

Müellefe-i kulub: Yani kalbleri İslâm dinine ısındırılacak olanlar.
Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç kısım
idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların
şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer
kâfirlerle müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını
sağlamak ve İslâm tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla
kendilerini İslâm'a meyilli kişiler yapardı. Diğer bir kısmı ise
kabile reisi ve ileri gelen kimseler durumunda idi ki Hz.
Peygamberimiz, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi
kabilelerinden İslâm'a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye
çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslâm'a girmeleri ve
İslâm'da sebat etmeleri gibi bir takım İslâmî amaçlar ve maslahatlar
gözetilirdi. Üçüncü bir kısım da İslâm'a yeni girmiş, niyetleri ve
iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişiler idi ki,
fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri iyice İslâm'a ısınsın, imanları
pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla
ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Hâbis ve
Abbas b. Mirdas bunlar arasındaydı. İşte "müellefetü'l-kulub" sıfatı
her üç kısma da verilir. Üçünde de durumun gereğine göre, İslâm'a
hizmet ile cihadın mânâsı ve fakir fukaranın çıkarlarının gözetilmesi
ve korunması gibi hikmetler söz konusudur. Bununla beraber Hz.
Peygamberimiz tarafından birinci kısma verilen ihsan ve yardımların
resmi sadakalardan verildiği hakkında sarih ve kesin bir rivayet
yoktur. Rivayetler bunun ganimetlerden verildiğini gösteriyor. Büyük
bir ihtimalle bunun "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz bir
şeyin beşte biri muhakkak ki, Allah ve Resulü'ne aittir..." (Enfâl,
8/41) âyetinin hükmünce, bilhassa Hz. Peygamberimiz'in hissesi olan
beştebirden verilmiş olmasıdır ki, bu da onun öz malıdır. Bundan
dolayıdır ki, İmam Şafii gibi diğer bazı imamlar buradaki
"müellefetü'l-kulub" vasfının, gayr-i müslimlere değil, müslümanlara
ait olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bundan başka Hz. Ebu Bekir'in
hilafeti sırasında yukarıda adı geçenlerden Uyeyne b. Hısn ile Ekra'
b. Habis, ki ikisi de Necid'li idiler, gelmişler "Ey Allah'ın
Resulü'nün halifesi, bizim tarafta otsuz, işe yaramaz bir kıraç arazi
var, onu bize ver, tahsis et." demişler. Hz. Ebu Bekir de o araziyi
onlara ikta' (bağışlama) yoluyla tahsis eylemiş ve buna dair bir de
yazılı belge düzenleyip, şahitlere imzalatmış. Fakat o anda orada
hazır olanlar arasında Hz. Ömer yoktu. Bu ikisi şahit olsun diye
Ömer'e vardılar, durumu anlattılar. Hz. Ömer bunu işitince yazılmış
olan yazıyı ellerinden aldı ve yırttı attı. Dedi ki; "Resulullah sizi
İslâm'a ısındırıyordu ve o gün müslümanların sayısı azdı. Şimdi ise
Allah Teâlâ müslümanların sayısını çoğalttı. Gidiniz gücünüz yettiği
kadar çalışıp çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah da sizi
gözetir."

Bunun üzerine öfkelenerek Hz. Ebu Bekir'e müracaat ettiler. Halife sen
misin, Ömer mi?" dediler. Ebu Bekir de "isterse odur" dedi, bu konuda
Ömer'e muvafakat ettiğini göstermiş oldu. Onun yaptığını yanlış
bulmadı, ashabtan karşı çıkan ve yanlış bulan kimse de olmadı.

Bundan şu hukuki sonuç çıkar ki; Hz. Ebu Bekir iktaı (bağışı) yapmış
ve hatta imzalamışken sonradan Hz. Ömer'in bunu engelleme işini yanlış
bulmayarak, kendi kararından rücu eylemiştir. Bu şuna delalet eder:
Demek ki, bu meselede Hz. Ömer'in hatırlattığı mânâ ve maksadı derhal
anlayıp tasdik etmiştir. Yani "müellefü'l-kulub"a yapılan özel
bağışlar ehl-i İslâm'ın azınlıkta olduğu zamanlara mahsus bir
uygulamadır. Ve bunda ictihada mesağ yoktur. Zira Ebu Bekir ictihada
yol görse idi imza ettiği bir hükmün feshini caiz görmezdi. Ashaptan
bunu inkâr eden kimse çıkmayınca da mesele sosyal bir mahiyet almış
olur.

Bundan dolayı, seleften birçokları "müellefetü'l-kulub" hissesinin bu
sebeple ortadan kalkmış olduğu görüşünü savunmuşlardır ki, Hanefî
mezhebi ile Malikî mezhebinin meşhur görüşü budur. Hanefî fıkıhçıları
icma ile bunun artık düşmüş olduğu görüşünde olduklarından, bu olaya
ashabın bütününün icmaı şeklinde bakarlar ve derler ki: Müellefetü'l-
kulub hissesi, İslâm'ın başlangıcında ve Hz. Peygamberimiz devrinde
düşmanın çok, müslümanların az oldukları zamana ait bir uygulamaydı.
Daha sonra Hz. Ömer'in de dikkat çektiği şekilde Allah Teâlâ
müslümanları, böyle "müellefetü'l-kulub"un desteğine muhtaç olmayacak
şekilde güçlü kılmıştır. Şayed bundan böyle müslümanlar öyle bir şeye
muhtaç olurlarsa ancak mücahedeyi terk ettiklerinden dolayı muhtaç
olurlar. Ne zaman birlik ve dayanışma içinde olurlarsa, müslümanlara
ait olan mallardan bağışta bulunmak suretiyle yabancıların desteğini
elde etmeye ihtiyaçları kalmaz. Ve böyle bir durumda, her şeyden önce
müslümanların arasındaki birlik ve kardeşliğin güçlenmesi tedbirleri
ile meşgul olmaları gerekir. Binaenaleyh müslüman fakirlerin hakkı
olan sadakalardan, kâfirlerin zenginleri şöyle dursun, isterse yeni
müslüman adı altında bazı mühtedilere, eğer fakir değillerse sırf
te'lifi kulub (kalblerini ısındırmak) için hisse verilmesi kesinlikle
ve evleviyetle caiz olmaz. Ayrıca hisse verilemez.

Malikilerden Ebu Hayyan tefsirinde bu mesele ile ilgili görüşler
şöylece özetlenmiştir: "Ömer b. Hattab, Hasen, Şâ'bî ve İslâm
fukahasından bir grup, müellefetü'l-kulub sınıfının, İslâm'ın
güçlenmesi ve yayılmasıyla artık ortadan kalktığına kani olmuşlardır.
Hanefî ve Malikî mezhebinin meşhur olan görüşü budur. Hanefi
bilginlerinden bazıları demişlerdir ki, Ebu Bekir'in hilafeti
zamanında İslâm'ın güç ve kuvvet kazanması sebebiyle ashab-ı kiram
müellefe hissesinin artık ortadan kalkmış olduğu üzerinde icma
ettiler. Kadı Abdulvehhab demiştir ki; bazı durumlarda ihtiyaç hasıl
olursa sadakattan hisse verilir. Bilginlerden birçokları demiştir ki,
müellefetü'l-kulub kıyamete kadar mevcuttur. İbnü Atıyye demiştir ki,
meselenin boyutları üzerinde düşünürsek, oralarda ihtilafa ihtiyaç
olduğunu görürüz. Yunus demiştir ki, Zühri'ye sordum, bu konuda nesih
bilmiyorum, dedi. Ebu Ca'fer-i Nuhas demiştir ki, bunlar hakkında bu
hüküm sabittir: Bir kimse telif'ten hisse almaya muhtaç olur ve
onlardan müslümanlara bir zarar gelmesinden endişe edilir veya daha
sonra onların müslüman olmaları umulursa verilir. Kadı Ebubekr İbnü'l-
Arabi de demiştir ki, bana göre hüküm şöyledir: İslâm kuvvetli olursa
zail olurlar ve eğer ihtiyaç bulunursa Resulullah'ın yaptığı gibi
payları verilir. Kitabu't-Tahrir'de zikrolunduğu üzere, İmam Şafii
demiştir ki, âmil ve müellefetü'l-kulub şu zamanda ortadan kalkmıştır,
sekiz kesimden altısı kalmıştır. En faziletli olan bu altısına
sarfolunmasıdır... Bununla beraber yeniden ortaya çıkarsa, Şafii
mezhebinin görüşü, her sınıfın kendi hissesinin geçerli olmasıdır.

Ancak şunu da unutmamak lazımdır ki, İmam Şafii gibi, birçoklarına
göre, "müellefetü'l-kulub" adının, İslâm'a girmemiş olanlarla bir
ilişkisi yoktur. Nitekim zekât konusunda söz konusu sekiz sınıfın
tamamında da İslâm şartı genellikle bulunması istenen şarttır. Gayr-i
müslim fakirlere zekât değil, tatavvu sadakası verilebilir.

İkinci olarak "fî sebilillâh" (Allahyolunda) kaydı, en geniş bir mânâ
ile ele alındığı zaman sadakaların hepsinde vardır. Yukarıda da işaret
edildiği üzere Allah rızası gözetilmek sadakaların özünde bulunması
gereken bir kavramdır ve mahiyetine dahildir. Fakirlere, yoksullara,
kölelerin azadına ve borç yükü altında ezilenlere verilen sadakalarda
da aslında "fî sebîlillâh" mânâsı vardır, yoksa onlara verilemezdi.
Bunun böyle olduğu biliniyor iken bütün bunlar arasından bir de ayrıca
"Fî sebîlillah" diye buyurulması bunun genel anlamda "fî sebîlillâh"
kavramı içinde özellikle başka bir "fî sebîlillâh" demek olduğunu,
yani genel anlamıyla ele alınamıyacağını derhal ifade eder. Burada
sayılanlardan başka olarak diğer böyle bir fî sebîlillâh demek gibi
bir genelleme mânâsına da olamıyacaktır. Çünkü bundan sonra "yolda
kalmış" tahsisi böyle bir mânâya engeldir. Şu halde bunun mânâsı,
"herhangi bir şekilde fî sebîlillâh sarf için" demek de olamaz.
Buradaki "fî sebîlillâh" zarfı esas itibariyle ne doğrudan doğruya
sadakanın, ne de sarf şeklinin zarfı değildir. Bundaki mânâ,
"sadakalar ve fî sebîlillâh'dır" demekten ibaret olmadığı gibi,
"köleler hakkında" ifadesinde olduğu üzere "ve fî sebîlillâh sarf
için" demekten ibaret de değildir. Sadakanın öbürlerinden başka
özellikle verilmesi gereken bir harcama yerine ait bir zarftır: "Allah
yolundakiler için" demektir ki, Allah için olan bir ibadete kendini
adamış olanların özel vasıflarını anlatır. Sadaka kavramı ilişkisiyle
de bunların muhtaçları ve ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu
olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu şekilde burada "O fakirlere ki, onlar
kendilerini Allah yoluna adamışlardır." (Bakara, 2/273) âyetini
özetleyen bir mânâ gizlidir. atfı da bunların en fazla "ibn-i
sebîl" (yolcu) kesimi ile yakın ilişkisini akla getirir. Fakirler ile
yoksullar, âmiller (zekâtta görevliler)le müellefetü'l-kulub, rikab
(köleler) ile garimin (borçlular) nasıl yakın ilişki içinde iseler
bunlar da öyle demek olur. Yani, bunlarda bir yolculuk, sürekli yol
tepme, bir sefer ve gurbet mânâsı bulunduktan başka bu yolun Allah
yolu olması ve bunların o yolda bir ihtisas, uzmanlık ve
mecburiyetleri bulunması, bir özel yolculuk ile bir özel ibadeti
birleştiren bir durumda bulunmuş olmaları mânâsı vardır. Demek ki,
diğer harcama yerlerine verilen sadakalar dahi fî sebîlillâh (Allah
yolunda) olduğu halde, bu harcama yerine verilen sadaka "iki kere fî
sebîlillâh" demektir. Binaenaleyh burada 'dan maksat özel bir mânâyı
vurgulamak olduğu açıktır. Ve bu mânâ, evvela cihad, ikinci olarak hac
ve üçüncü olarak da ilim tahsili için yolculuk etmek şeklinde ele
alınabilir. Bu yüzden "fî sebîlillâh" deyimi şeriat geleneğinde cihada
ait bir kavram olmuştur. Çünkü Allah için sefer ve kendini vakfetmek
anlamında en başta gelen ibadet budur. Bundan dolayıdır ki, bütün
tefsir ve fıkıh bilginleri bu mânâ üzerinde görüş birliği içindeler.
Bununla beraber hacda da bu mânâ bulunmaktadır. Yine tefsir ve fıkıh
açısından bu mânâ da âyetin kapsamı içinde kabul olunmuştur. Ayrıca
Suffe Ashabı gibi din ilimlerinin tahsiline kendini adamış olanları da
kapsamı içine aldığı "Kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler
için" (Bakara 2/273) âyetinin tefsirinde nakledilmiştir. Hasılı, "fî
sebîlillâh" deyiminin sadece bir zarf veya sıfat olarak kullanılması
ile burada olduğu gibi bir lakap ve ünvan olarak kullanılmış olması
arasında çok önemli fark vardır. Önceki genel bir anlam, ikincisi özel
bir anlam ifade eder. Önceki mânâ ile her ibadet, her hayır, her
sadaka fî sebîlillâhdır, yani Allah'ın rızası yolundadır. İkinci mânâ
ile her sadaka fî sebîlillâh değildir, fî sebîlillâh sadaka, bir özel
harcama şeklidir ki, bilhassa îlâ-yı kelimetullah (Allah'ın kelimesini
yükseltme) yolunda olanlara verilen sadakadır. Bu farkın belli
olmasından dolayıdır ki, bütün tefsir bilginleri ve önde gelen fıkıh
âlimleri bu "fî sebîlillâh" harcama yerinden asıl murad olunanların
mücahidler olduğunda görüş birliği içindeler. Şu halde zekatta, yani
vacip olan sadakalarda söz konusu sekiz harcama yerinde birinin de fî
sebîlillâh kaydıyla mücahidlere yapılacak harcama olduğu kesindir.
Abdullah İbnü Ömer (r.a.)'den "Hac da fî sebîlillâhdır." diye rivayet
edilmiştir. Fahruddin Razî, tefsirinde "Müfessirler, fî sebîlillâh'a
gaza edenler dediler." diyerek bir tesbit yapmış ve müctehid imamların
görüşlerinin de bu mânâ üzerine olduğunu topluca bir ifadeyle
anlattıktan sonra şunu ilave ederek, "fî sebîlillâh görüşünde lafzın
dış görünüşü her çeşit gaza ehline mahsus olduğunu gerektirmez. Bu
mânâdan dolayı Kaffal, tefsirinde bazı fıkıh âlimlerinin, ölülerin
kefenlenip defnedilmesi, kaleler ve kışlalar yapılması, camilerin
yapımı ve onarımı gibi hayır çeşitlerinin hepsine sadakaların
harcanmasını caiz gördüklerini, çünkü fî sebîlillâh ifadesinin hepsini
kapsamı içine aldığını nakletmişlerdir." demiş, Kadî Beydavî de "Köprü
ve fabrika yapmak da denildi." diyerek, bu görüşü zayıf bir ifadeyle
kaydetmiştir. Gerçekten de Razî'nin bunu ifadenin zahirine bağlayarak,
bir çeşit te'yid suretinde nakleylemesi doğru değildir. Bunda hem isim
siyakındaki fî sebîlillâh lâfzının meşhur olan özel mânâsından, hem de
yukarıdan beri açıklayageldiğimiz şekilde beyanın siyakından bir zühûl
vardır. Sahih senetle gelen bir Hadisi Şerifte de dile geldiği gibi,
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki, "Zengine sadaka helâl olmaz, ancak
fî sebîlillâh veya ibni sebîl (yolcu) veyahut o kimse bunun dışındadır
ki, yoksul bir komşusu vardır, kendisine verilen sadakayı o yoksul
komşusuna iletmiştir". Görülüyor ki, bu hadisi şerifteki fî sebîlillâh
ifadesi her çeşit hayratı içine alacak şekilde genel bir ifade
değildir.

Öyle bir anlama ihtimali bulunmadığı gayet açıktır. O halde âyetin
tefsirinde bunu gözardı ederek, her çeşit hayır için geçerli bir
ifadeymiş şeklinde anlamak nasıl doğru olabilir? Şüphesiz açık ve
ortada olan mânâ mücahidlerdir. Bunda diğer hayır çeşitleri olsa olsa
bir ihtimal olur ki, bununla nafile olan sadakalarda amel caiz olsa
bile zekât gibi vacip sadakalarda caiz olmaz. Mesela, zekâta mahsuben
cami veya misafirhane yapmakla zekât borcu eda edilmiş olmaz. Onlar
vacip olan sadaka cinsinin dışında doğrudan doğruya kendine mahsus
başka bir hayır ve ibadet olur. Lâkin o hayır, vacip olan sadakanın
yerine geçmez, zekat sayılmaz. Ancak mücahidlerin cihatta muhtaç
oldukları her türlü levazım ve mühimmat, yani "Onlara karşı kuvvet
hazırlayın." (Enfal, 8/60) âyetinin kapsamı içinde olup da yalnızca
kendi imkânları ile tedarik edilmesi mümkün "cihad ihtiyaçları"nın
hepsi bu fî sebîlillâh harcama yerine girer. Asıl maksat ihtiyaçların
karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre, bunları mücahidlerin
teker teker bizzat kendilerine değil de cihad konusuna, yani
mücahidlerin şahıslarına değil de komutanın emrine veya başkomutanlığa
verilmek suretiyle ihtiyacın karşılanabileceği, bunu böyle ödemenin
yeterli olabileceği meselesi ayrıca üzerinde durulabilecek ictihada
bağlı bir konudur. Çünkü bu husus ödemenin şekli ile ilgili olan ve
ayrıntı sayılabilecek bir meseledir. Sadaka sahibi, sadakasını fî
sebîlillah olmak üzere muhtaç olan mücahidlere temlik veya komutana
teslim etmekle vacibi eda etmiş olur. Kumandan da onu velayet yoluyla
alıp mücahidlerin cihattaki ihtiyacına yerli yerinde ve en uygun
şekilde harcamakla velayet görevini ifa etmiş ve emaneti yerine
ulaştırmış olur. Ve ihtiyacın özelliğine göre, mücahidlerin doğrudan
doğruya şahısları söz konusu olmayıp teker teker temlik gerekli
olmayabilir. Mesela, yiyecek ve giyecek şahsa tahsis edilebilir de
ağır silahlar birliğin emrine tahsis edilir. Daha doğrusu kumandanın
emrine verilir. Ve bu sadaka öbürlerinden daha ziyade Allah hakkı
olarak eda edilmiş olur. Ve o halde "İbn-i Sebîl"(yolcu) meselesi de
aynı hükmün kapsamı içinde ele alınabilir.

Hasılı sadakaların hepsi, işte bu sekiz harcama yeri içindir ve bu
sınıflara mahsustur. Ve hepsinde sadakanın verilmesi ve alınması
fakirlik ve ihtiyaç yönündendir. Yalnızca sadaka üzerindeki amillerle
müellefetü'l-kulubun almaları sadaka olarak değildir. Sadaka devlet
başkanı adına toplandığı zaman da yine fakir fukaraya dağıtılmak üzere
tahsil olunur. Sonra da başkan, ondan müellefetü'l-kuluba, fakir
müslümanlara gelebilecek eza ve cefayı defetmek için, yine İslâm'a
yardım olmak ve bir çeşit mâli cihadı yerine getirmek üzere verir.
Amillere (vergi toplayan görevlilere) de sadaka değil, çalışmalarının
karşılığı olarak ücret şeklinde ödeme yapmış olur. Şu halde sadaka
alanların hepsi fakirlik ve ihtiyaç anlamı içinde sadaka alabilir:
"Ben sizin fakirlerinize ödemek için zenginlerinizden sadaka almakla
emrolundum." hadisi şerifinin içeriği de gösterir ki, yukarıda sözü
edilen hadisteki üç müstesna dahi dahil olmak üzere sadaka alması
helâl olanların hepsi gerek asaleten, gerek vekaleten olsun kesinlikle
ancak fakirlik sebebiyle alabilirler. Bu sekiz sınıf, bu sekiz harcama
yerinin sahipleri aslında fakirlik ve ihtiyacın sebeplerini ve
çeşitlerini açıklamak için tek tek söz konusu edilmişlerdir ki,
fakirliğin mutlak kısmı da vardır, izafi olan kısmı da vardır. Şu
halde "fakirler ve yoksullar" adı altında ele alınamayacak hiçbir
sadaka çeşidi yoktur.

Allah'dan fariza olarak bu böyledir. Yani sadakalar, Allah tarafından
ancak bunlar için bir fariza olmak üzere farz kılınmıştır. Allah
alimdir, hakimdir. Herşeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye
hakkı olup, neye olmadığını bilir ve herşeyi yerli yerine koyar ki,
hakları hak sahiplerine iletmek, haklara ve görevlere riayet edenlerle
etmeyenlere de ona göre hak ettiklerini vermek dahi O'nun hikmeti
cümlesindendir. Bundan dolayı Allah'ın farz kıldığı sadakaların bu
sekiz sınıfın dışına harcanması caiz olmaz. O halde bunlardan bütün
bütün ayrı olan ve kalblerinin İslâm ile telifi kabil olmayan o
hırslı, iki yüzlü ve fitneci münafıklar sadakaya nasıl ve nereden hak
sahibi olabilirler? Ve onlara sadaka vermek nasıl caiz olabilir?

--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: