31 Mart 2008 Pazartesi

(Namaz Zamanı) Sebepler sukut ettiği zaman

Sebepler sükut ettiği zaman
SABAHATTİN EŞİT
Büyüklük hiçliğin içinde gizlidir. Hiç’lik ise vicdanın genişliği kadardır. Ve insan vicdanının genişliği kadar insandır aslında.

Bize en yakın olanlara ne kadar uzağız, ta içimizde olanlara ne kadar yabancıyız. Oysa bu kadar zor olmamalıydı vicdanımızın sesini dinlemek, yanlışa hayır demek, doğruyu gök kubbenin maviliğine haykırmak, hakikati ademoğlunun yüreğine yansıtmak, yansıtabilmek bu kadar zor olmamalıydı.

İradeyi iradesiz olanın eline verdiğimiz günden bu yana, tersinden sökün etmeye başladı hadiseler. Acıdır ki ilk çareler hep son çare olarak aklımıza gelir oldu. Gözlerimizin yaşı yüreğimizi ıslatmaya yetmedi ve kim bilir, taşlarla bütünleşmeye yüz tutmuş yürekleri yumuşatamayışımızın nedeni de belki de buydu. Ne de olsa sebeplerin dünyasıydı yaşadığımız… Ve öyle demiyor muydu bir yiğit bilge: Kalbe hitap etmek için kalpten konuşmak gerek…

Görünenle yetinip görünmeyeni ihmal etmek nelere, ne kadar acı verdi ve nelere bedel oldu… Kim bilir?.. Oysa görüneni şekillendiren, görünmeyenin kendisiydi. Ve insanı görünenle sınırlayıp, görünmeyene kapalı tutan, kabukla meşgul edip özü unutturan hiç’liğin dışındaki büyüklük değil miydi?

İbrahim (as)’ı ateşlere gönderirken Nemrut, varlık, duruşunu belli ediyordu. Kimisi odun, kimisî su taşıyordu ve yollar çiziliyordu milenyumlara. İbrahimî olmanın, olabilmenin adı yazılıyordu gök kubbeye. Hasbünallah… Milenyumun nemrudileri atarken ademoğlunun ruhunu, sönerken söndüren ateşlere, bir fark kalıyordu iki nemruttan geriye: Biri bedeni (görüneni), diğeri ruhu (görünmeyeni) mancınığa koyuyordu. Varlık duruşunu belli ediyordu ama su taşıyanlar buhar olup uçuyor ve odunlar insanlığın beslendiği meydanlara yığılıyordu. Ama kan ve irinin ortasından içinde şifa olan sütü akıtan HAYY, buhar olup uçan suyu hicranlı bir şafak vaktinde yağmur gibi yağdıracaktı. Ve işte hesapta olmayan da buydu…

Bedenin kendisi görünendi, bedene hayat olan ruh ise görünmeyendi ve ruhun aslı ne ise bedenin faslı o oluyordu. Çağın problemiydi işte bu; eşyanın hakikatini anlayamama ve algılayamama. Bedenin ihtiyaçlarını karşılayıp ruhun ihtiyaçlarını yok sayanlar, hayatı bir gözlerini kapatarak mı yaşıyorlardı veya varlığa tek gözle mi bakıyorlardı acaba...

İşte çağın cahiliyesi 1.400 sene öncekinin cahiliyesinden daha bir tecrübeli, daha bir sinsi, daha bir zeki... Onlar bedeni kızgın çöl kumlarına gömerken, devrin tahsil görmüş cahiliyesi o bedene hayat olan ruha çevirmiş oklarını, onun sınırsızlığını bedenin sınırlarına hapsedip bedenin tahakkümü altına almaya çalışıyor. Bedene dokunmuyor ama toprağın altında, toprağa uzanmış ve bedene hayat veren kökleri kesiyor, onları kurutmaya çalışıyor... Heyhat ki hesapta olmayan, hesaba katılmayan bir şeyler vardı...

Sebeplerin dünyasında yaşasak da sebeplerin de sükut ettiği zamanlar vardır. Ve sebepler sükut ettiği zaman yürekten konuşacak erlere ihtiyaç vardır. Zarfın değeri mazrufundadır. Mazrufumuz olan yüreğimizde sebepler sükut ettiği zaman konuşacak derman, konuşturacak ferman ACABA VAR MIDIR?..


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

(Namaz Zamanı) Unutmuşum , affedersin...

Unutmuşum, affedersin...

- Yalnızım, çok yalnızım. - Hatırlıyor musun; “çok yakınım ben” demiştim sana, “çok yakın!” Senin sana olduğundan bile yakın. Kendi kendini çağırdığında ne kadar yakından duyuyorsan, ondan da yakınım.

Kendinden bir şey istediğinde ne kadar çabuk cevap veriyorsan, bundan daha hızlıyım.

- Doğru. Sen hep yakınsın ama, nedense, ben uzaklardayım. Bana küsmüşsün sanıyorum.

- Öyleyse, secde et ve yaklaş! Alnına dokunacak yakınlığım. Aslında alnına yazılıdır yakınlığım. Araya benliğini koyduğun için, bencilliğini öne sürdüğün içindir bana uzaklığın.

- Yüzüm yok yakınında olmaya. Çok kusurluyum. Günah üstüne günah işledim. Sözüm yok sana sakladığım. Kirli dudaklarım. Yalanlar söyledim, boş sözlere değdi dilim.

- Pişmanlığını görüyorum elbet. İçindekileri, yakıcı sızıları duyuyorum. Söylemek isteyip de söyleyemediklerini de özür olarak kabul ediyorum. Yüzünün kızarması bile kabulüm. Bilmiyor musun ki, bağışlamayı seviyorum ve seve seve bağışlıyorum.

- Biliyorum ama yine de unutup hata ediyorum. Gördüğünü göre göre, görmüyormuşsun gibi yaşıyorum. İşittiğini bile bile, işitmiyormuşsun gibi boş şeyler konuşuyorum. Sözümden dönüyorum yine. Utanıyorum. Bağışlar mısın sahiden?

- Dedim ya; bağışlamayı kendime ilke edindim. Hiçbir şeye mecbur olmadığım halde, merhamet etmeyi kendime kural diye yazdım. Affetmeyi her şeyin önüne koyuyorum.

- Ben seni hep yakar diye tanıyorum. Hemen kızıp gazaplandığını düşünerek, korkuyorum, titriyorum. Çarparsın diye keyfimce yaşayamıyorum. Gazabın da var senin.

- Rahmetim gazabımdan önce gelir. Kızmam bile rahmetimin hatırınadır. Ben yakmam seni. Sen ateşe atarsın kendini. Seni senden korumak içindir tehditlerim.

- Yine de korkuyorum. Çok korkuyorum.

- Defalarca ve en önce merhamet sahibi olduğumu hatırlattım sana. Her sözün başında. Her işin eşiğinde. Daha çok, hatırımı saymanı isterdim. Bir hatırlasana; bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin. Eksikliğini kimsenin dert etmediği dönemlerde, seni var kılmak istedim. Kendi yokluğunu kendinin bile fark etmediği yıllarda, seni insan etmeye karar verdim. Şimdi seni en çok sevdiğini söyleyenlerce insafsızca çöpe atılabilecek biçimsiz bir et parçasıydın; sana yüz verdim. Sana yaptığım iyiliğini bilmeni istedim. Hep teşekkür etmeni bekledim.

- Çürüyecekmiş bedenim. Toprağa girecekmişim. Yüzüm eriyecekmiş. İsmim silinecekmiş. Dar bir yere bırakılıp terk edilecekmişim. Bu dehşet içinde nasıl teşekkür etmemi istersin?

- İlk söylemede, anlamamış olmanı anlayışla karşılıyorum, yine söylüyorum. Unutabileceğini bile bile yeniden hatırlatıyorum. Kolayca gözden çıkarılacak, leke diye silinebilecek, kirli ve isimsiz bir damlaydın; seni adam ettim. Yokluğunda seni yakıp yok edebileceğim halde, varlığından niye öç alayım, niye seni önemsiz sayayım? Senin varlığını herkes inkâr ederken ben inkâr etmediğim halde, seni niye unutulmuşluğa terk edeyim? Seni kendime muhatap seçecek kadar önemsediğim halde, niye kurumuş kemiklerini toprakta bırakayım? Seni hiç yoktan yarattığım halde, hiç sebepsiz var eylediğim halde, ikinci defa yaratmaktan niye usanayım, niye vaz geçeyim?

- Keşke bunu daha sık hatırlatsan!

- Hatırlasana kuşluk vaktini. Her sabah uyandığında yeniden bulmuyor musun bedenini? Gözlerini açar açmaz, hatırlamıyor musun unuttuğun kendini? Ayrıca, bir bak yeryüzünü ölümünün ardından nasıl dirilttiğime. Kurumuş çubukları, ölmüş dalları, soğumuş kökleri çiçek çiçek, rengarenk, terü taze tenlerle, sıcacık meyvelerle yeni baştan dirilttiğimi görmüyor musun bugünlerde?

- Unutmuşum, Rabbim, affedersin, çok affedersin. Sen affetmeyi çok seversin.


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

(Namaz Zamanı) oğul



--
    ***   SORun Var mı, SORUNun?
SORU Cevabın Yarısı, Sorun Çözümün!
DERDin içindedir DERMAN!.

*** GÜÇlük ve ZORluk bizim GIDAMIZdır. BES(in)LENME bittiğinde ÖLÜM BAŞLAR ! ***
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

30 Mart 2008 Pazar

(Namaz Zamanı) ekran koruyucu-Sultanahmet Meydanı


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

(Namaz Zamanı) ekran koruyucu-Osmanlı Devleti


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

(Namaz Zamanı) Re: Avrupa tarihinin on büyük yalanı

mh
Abdullah Aktan...

yalanlar konusunda
doğruya aracılık ettiğiniz  ve
bizleri aydınlattığınız için teşekkür ederiz..
Allah Sizi Doğrulardan Yazsın,
Doğru Yapsın, Doğruluk uğruna yaşatsın,
 Doğru Yaşatsın, Doğru olarak Öldürsün ve Sadık,
Sıddik ve Salihlerle beraber haşr ü cem eylesin..

bizi de size dahil eylesin.
selamlar.. fg

21.03.2008 tarihinde abdullah aktan <abdullah.aktan@gmail.com> yazmış:

Avrupa tarihinin 10 buyuk yalani

 

Cemil Meric, "Kartaca'nin tarihini Roma'dan dinledik" diye yazmisti. Roma karsisinda maglup olan ve butun izleri silinen bu Afrikali devlet, tarihini anlatacak bir Kartacali cikincaya kadar sessizligini koruyacak muhtemelen. Avrupa'nin Kartaca'si olan Osmanli tarihini de Avrupa merkezli bir bakisla okuyup okutmuyor muyuz? Biz de Osmanli'nin tarihini Avrupa'dan dinleyenler safinda degil miyiz? Osmanli tarihini 'Viyana'ya gittik, Viyana'dan donduk' sablonuna sikistirarak anlatma hastaligimizdan belli degil mi bu? Niye Tebriz'e, Aden'e, dunyanin bir ucundaki Hindistan'in Goa limanina kadar gittik demiyoruz da, Viyana'ya gitmeyi bu kadar onemsiyoruz? Ustelik Viyana'nin Istanbul'dan mesafesinin sadece 956 kilometre oldugunu bile bile soyluyoruz bunlari (oysa Osmanlilarin fethettikleri Bagdat'in Istanbul'a olan mesafesi 1,334, Kirmansah'inki ise 1,579 kilometredir). Daha Yemen'i dahil etmiyorum listeye, cunku olcum aletlerimizi maazallah patlatabilir.

 

Tarihimizle ilgili bilgilerimizde Avrupa bu denli sabit, degismez bir olcu ise, bizzat Avrupa tarihiyle ilgili bilgilerimizde bu haydi haydi boyledir. Bu yazida Avrupa'nin kendisi hakkinda uydurdugu, sonra da beyinlerimize yerlestirdigi 10 yalana egilecek ve onlarin gozlerimize serap serpen kuyu baslarinda beliren safligimiza beraberce gulecegiz. Buyurun.

 

1) Yunan mucizesi yalani

 

Antik Yunanlilarin insanlik tarihinde essiz bir mucize gerceklestirdikleri tezi, kendi karanlik dunyasina fener tutmak icin cirpinan Avrupali aydinlar icin afyon etkisi yapmis ve bu efsaneye can simidi gibi yapismislardir. Neden? Cunku Ronesans yillarinda Avrupalilar ele gelir neleri varsa bunlari Muslumanlardan aldiklarini biliyor ve Muslumanlar karsisinda icine dustukleri asagilik kompleksinden kurtulabilmek icin onlarin haricinde bir tutamak ariyorlardi.

 

Iste sozde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastaliga bir tur sahte deva olarak sunulmustu. Nitekim bu tez, hicbir ise yaramadiysa bile Yunan halkinin Osmanli bunyesinden koparilmasi icin Avrupa capinda bir heyecan dalgasina yol acti ve bagimsiz bir Yunan devletinin kurulmasiyla sonuclandi. Oysa ne o gun Yunanistan'da yasayanlar Eflatun ve Aristo'nun torunlariydi, ne de ortada herhangi bir mucize vardi. Ustelik Martin Bernal'in "Black Athena" adli 4 ciltlik calismasinda yetkinlikle ortaya cikarttigi gibi, "Yunan mucizesi" diye bilinen uygarligi kuranlar Yunanlilar degil, siyah derili Afrikalilardi, yani Fenikeliler ve Misirlilar! Velhasil Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin icad ettikleri bir yalani pazarlama cabasindan baska bir sey degildi.

 

2) Magna Carta yalani

 

Hangi akli evvelin kitabini acsaniz, dunyada demokrasinin ve anayasa hukukunun baslangici olarak Ingiltere Krali I. John'un yetkilerini kisitlayan Magna Carta adli belgeyi onunuze surerler. 'Adamlar daha Selcuklular devrinde demokrasinin temellerini atmislar kardesim' yollu konusmalara siz de sik sik rastlamis olmalisiniz. Oysa cok ozel bir durumdan neset eden bu belgenin o gunku Ingiltere tarihi icin dahi "gerici" bir belge oldugunu bilmek onemlidir. Bakin neden?

 

Bir kere 1215 yilinda imzalandigi bilinen Magna Carta'nin kral tarafindan imzalanan orijinali degil de, kopyalari elimizdedir. Ikincisi, bu belge ilerici degil, dupeduz gerici bir belgedir, cunku Kral, feodal beylere, baronlara yeni vergiler yuklemek istiyor ve merkezî hukumetin gelirlerini artirmaya ugrasiyordu; baronlar ise tam tersine, eski duzendeki vergilerin aynen devami icin bastiriyorlardi. Iste krala imzalatilan belge, feodal ayricaliklarin yeniden taninmasini getiriyordu, kaldirilmasini degil. Yani ileriye gidisi degil, eskiye donusu amacliyordu.

 

Ancak tarihte yapilan bazi hareketlerin amaclanmamis sonuclar dogurmasi nadir rastlanan bir durum degildir. Iste Magna Carta'yi imzalatanlarin basina gelen de bu oldu. Onlar feodal sisteme donulmesi icin ugras verirken, sonraki krallarin, cozumu feodal duzenin disinda aramalarina yol acmis, boylece tahkim edeyim derken feodal duzenin yikilmasini kolaylastirmislardi. Bu sebepledir ki, Kral I. John uzerinde uzmanlasan Johns Hopkins Universitesi eski ogretim uyelerinden Sidney Painter, acikca "Magna Carta'da demokrasi yoktur" diyebilmektedir. Cunku bu belge, Ingiliz feodalizminin resmi beyanlarindan biridir sadece. Painter'in altini cizdigi bir baska husus ise bu feodal gelenegin modern demokrasilerimizde yasamaya devam ettigidir! (1808 Sened-i Ittifak'ini Magna Carta'nin gec bir yansimasi olarak gosterenlerin 'gozune gozluk' diyelim mi?) Yani aslinda feodal duzen yikilmadi, ruhu modern demokrasilere gecmis oldu sadece.

 

3) Ronesans yalani

 

"Ronesans" (Renaissance) kelime anlami itibariyle 'yeniden dogus' demek. 19. yuzyil tarihcileri tarafindan aydinlik kabul ettikleri kendi caglarini karanlik Ortacag'dan ayird etmek uzere icad edilen "Ronesans" terimi, nedense fazlasiyla ciddiye alinmis ve sanki tarihte boyle bagimsiz bir donem yasanmis gibi gosterilmistir. Oysa tarihte Ronesans'i meydana getiren ustalarin yasadigi ve eserlerini ortaya koyduklari bir zaman diliminden soz edebilmekle birlikte, oyle planli programli, tasarlanmis, basi ve sonu belli bir donemi kesinlikle goremeyiz.
 

Insanin otoriteleri sorgulamaya basladigi donem olarak yuceltilen Ronesans'in kendisi nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi cevremizde doner durur. Oysa Lynn Thorndike adli uzman, daha 1943 yilinda sunlari soyluyordu: "Hic kimse Ronesans'in ayri bir donem olarak varligini ispatlayamadi; hatta bunu yapmak icin caba da gostermedi." Yani Ronesans'in Orta Caglardan nasil ayirt edilebilecegini bilmedigimiz halde Ronesans'in varligi hakkinda kesin bir dille konusabiliyoruz.

 

Iste gunumuzun en onde gelen Ronesans uzmanlarindan Peter Burke, dikkatimizi Ronesans'in Latin ve Yunan kaynaklarina, yani binlerce yil oncesine bir 'geri donus' hareketi oldugu noktasina ceker. Yani Ronesans aydinlari, aslinda ilerici degil, gericidir. Nitekim genellikle Ronesans'in humanist yazarlari arasinda zikredilen Montaigne, bazi bakimlardan Ronesans aleyhtari degil midir?
 

4. Amerika'nin kesfi yalani

 

Avrupa'nin aslinda epeyce gec kalmis "kesifler cagi", Kristof Kolomb'un Hindistan'a gitmek icin yola cikip tesadufen Amerika'yi kesfetmesiyle baslatilir ve amaci, dunyayi tanimak ve disa acilmak gibi masum sebeplerle aciklanir. Oysa gemide tuttugu seyir defterinden gercek niyetini ogrenmek mumkundur Kolomb'un: Tutsak aldigi yerlileri calistirarak elde edecegi altin ve gumusleri gemilerle Portekiz'e getirmek ve "kâfirler"in, yani Muslumanlarin elindeki kutsal topraklari ele gecirmek. Bunu bir Hacli seferiyle gerceklestirmeyi dusluyordu masum kâsifimiz. Kolomb'un, Muslumanlarin bulundugu ulkelerin dogusunda bulunan efsanevî Hiristiyan Kral Prester John'un yardimini saglamak ve boylece bir sandvic harekâtiyla Islam tehdidini bertaraf etmek uzere Hindistan'a gittigini de okuyunca mesele iyice cetrefillesiyor.

 

Bu yalanin bir baska boyutu da su: 1492, Amerika'nin kesif tarihi degil, sonradan "Amerika" adi verilen topraklarin isgal tarihidir. Zira Amerika, Kolomb'dan yuzyillar once Vikingler tarafindan kesfedilmis, bazi Musluman gemiciler Guney Amerika'ya gidip gelmis, nihayet son ortaya atilan iddiaya gore ise Cinli bir Musluman olan Zeng He, bu defa Cin'den yola cikarak Amerika'ya ulasmistir. Velhasil Kristof Kolomb, Amerika'nin ilk degil, son kâsifidir.

 

5. Bilimsel devrim yalani

 

Bazi yalanlar tekrarlana tekrarlana apacik dogrular katina cikabiliyor. "Bilimsel devrim" terimi ilk kez 1939'da ortaya atiliyor. Yine de onu bir kitabin kapaginda gormek icin 15 yilin gecmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yillik bir omru bulunan bu terimin dimagimizi boylesine felc etmesi de gosteriyor ki, bir buyuculuk olayiyla karsi karsiyayiz. Tek farki, buyunun bilimsel bir kilikla yapiliyor olmasi.

 

California Universitesi'nde sosyoloji profesoru olan Steven Shapin, "Bilimsel Devrim" adli kitabina bu yalanin tarihini yazmakla basliyor. Shapin'e gore "bilim" ve "bilim adami" terimleri ancak 19. yuzyilda kullanima girmis olup 20. yuzyil baslarina kadar da yayginlasmamistir. Yani bilimin kamuoyu nezdinde bugunku degerini kazanmasi, dun denilecek kadar yeni olaydir. Dolayisiyla hem Avrupa, hem de Osmanli tarihine, bilimin bugun kazanmis oldugu yeni cerceveden bakarsak fena halde cuvallariz.

Bugun 'bilimsel devrim' denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newton'dan soz etti miydi, ayet duymuscasina sessizlige burunur cehreler. Dudaklar bukulur, anlamli anlamli kafalar sallanir, 'Elin adami neler yapmis bizimkiler uyurken' nutuklarina siginilir. Oysa meselenin ic yuzu hic de oyle degildir.

 

Mesela Newton'un yasadigi devirde Cambridge Universitesi'nin hali niceydi, biliyor muyuz? Okuyacak ogrenci bulamayan universite, ogrenci cekebilmek icin indirim ustune indirim yapiyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek icin birakin sinifta birakmayi, talebeye sinif atlatiyorlardi, sinif! Ustelik ayni zamanda bir ilahiyatci da olan Newton, buluslarinin bilimsel sonuclarindan cok, kafasindaki din kavrami acisindan tasidigi anlamla ilgileniyor, Hiristiyanligin dunyaya nasil yeniden hakim olacagini tahmine calisiyordu. Bunun icin ayri bir kitap bile yazdigini biliyoruz. Ustelik zat-i devletleri, buyuculukle de istigal ederdi. Hatta bu yuzden adi, cagdaslari arasinda "son buyucu"ye dahi cikmistir.

 

Daha 'bilimsel devrim'in Muslumanlardan calinan bilgilerle yapildigi uzerinde durmadik. Galile'ye 'suredurum ilkesi'ni ilham veren Nasiruddin Tusi'nin 13. yuzyildaki bulusundan haberimiz yoksa saf saf Avrupa'daki bilimsel devrim yalanina inanmaya devam ederiz elbette.

 

6. Sanayi devrimi yalani
 

Bir "sanayi devrimi" lafidir gidiyor. Orta mali siyasetcisinden mahalle mektebi seviyesine inmis bazi universitelerin hocalarina kadar yiginla insan, sorgu sual etmeden, 'Eller aya, biz yaya' teranesini tutturmus, Avrupa'nin sanayi devrimini gerceklestirdigini, bizimse bu 'evrensel gelisme'yi iskalayip cagdaslik trenini kacirdigimizi tekrarliyorlar.

Nasil "bilimsel devrim", tarihcilerin, sectikleri bir zaman dilimine yuzyillar sonra yapistirdiklari bir yafta ise, "sanayi devrimi" de 19. yuzyilin ortalarina dogru coskuyla kesfedilmis ve bu yuzden bazi ozellikleri abartilmis jenerik bir terimdir. Filmin jenerigi, filmin kendisi olabilir mi?

 

Sanki Sanayi Devrimi butun Avrupa'da ayni anda olmus bitmis bir olay gibi sunulur bize. Halbuki Ingiltere'de giderek hizlanan ve istikrarli bir tarzda gelisen sanayilesme, Fransa'da agir aksak ilerlemis ve buyuk olcude Ingilizleri taklit etmistir. Ingiltere'ye adamlar yollanmis ve hem makine, hem de isci getirtilmistir. Boylece Fransa icin bir Sanayi Devrimi'nden degil, olsa olsa Ingiliz makine sisteminin girisinden soz edebiliriz.
 

Bilimsel buluslarin Sanayi Devrimi'ni hazirladigi iddia ediliyor. Hic alakasi yoktur. Mesela buhar gucuyle calisan makineyi tasarlayan James Watt bilim adami degil, amator bir mucitti. Celik sanayiinin babasi kabul edilen John Wilkinson bir isadamiydi. Tekstil dokuma tekniginde cigir acan iplik egirme makinesi tasarimini baskasindan araklayan Samuel Arkwright, inanmayacaksiniz belki ama bir berberdi!

 

Baska kuskular da var. Mesela "Sanayi Devrimi'nde gectigi ileri surulen sahneler, ancak 70 yil sonra yasanmis olabilir." diyor Minnesota Universitesi'nden Herbert Heaton. Yani sonraki yillarda cereyan etmis olaylari once olmus gibi gosterme numaralari da soz konusu. Dusunun bir, Ingiltere'de 1830'larda bile pamuk iscilerinin sayisi, evlerde calisan halayiklarin sayisindan azdi. 1850'de Yorkshire sehrinde yun egirme isinin hâlâ elle yapildigini gosteren kanitlar mevcut. Hatta 1877'de, makinelerdeki kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatci yasiyordu Ingiltere'de. Bu Fransa ve Almanya icin haydi haydi boyleydi.

 

Sanayilesme sadece uretim artisiyla degerlendirilemez. Onemli olan hangi bedeller karsiliginda basarildigi degil midir? Ingiltere'de uyusturucu neden yaygindir bilir misiniz? Fabrikalarda gecen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak icin afyon kullaniyorlardi da ondan. Tarih, ne yazik ki acimasizdir.

 

7.Galile'nin yargilanmasi

 

Bilim-din catismasi denilince ilk one surulen ornek, Galile'nin yargilanmasidir. Kendilerinin "aydinlik" tarafta bulunduklarina adlari gibi iman etmis cevreler, "karanlik"i temsil eden Ortacagin ve Kilisenin baski ve iskencelerine karsi direnen(!) bu soylu kahramana alkis tutarlar.

 

Oysa Galile'nin yargilanmasi diye bir olay cereyan etmemistir. Afedersiniz, soyle duzelteyim; yargilanmistir ama bu, dostlar alisveriste gorsun kabilinden bir yargilamadir ve Galile'yi mahkûm etmek bir yana, onu muhtemel fanatik hucumlarindan kurtarmak icin duzenlenmis bir mizansenden ibarettir. Kendisini yargilayan Kardinaller, Galile'nin okul arkadaslariydi. Unutmayalim ki Galile, kilisenin bunyesindeki bilim adamlarindandi. Nitekim Papa da eski bir arkadasi oluyordu. Hatta iki kizini rahibe olmalari icin manastira kapatan da bilim gunesimiz Galile'den baskasi degildi.

 

Ustelik Galile'nin yargilanis sebebi, Dunya'nin Gunes'in etrafinda donmesi gibi bilimsel dusunceleri degil, bagli oldugu, bagli olmak ne kelime, bizzat icinde bulundugu Katolik Kilisesi'ne itaatsizligidir; yani kilise ici bir meseleyle karsi karsiyayiz. Papa'ya, teorisini bir varsayim olarak sunacagina soz verdigi halde, bu sozunu tutmayan ve kitabini bildigi gibi bastiran Galile'nin arkadaslari tarafindan gerceklestirilen bir kurtarma operasyonudur yargilama. Anlayacaginiz, Galile bahane, onun uzerinden dinin mutlaka bilime karsi olmasi gerekiyormus gibi bir sozde gerceklik ureterek nasiplenenler sahane!

 

8. Siyonizm yalani

 

Yahudi meselesi, bir Avrupa sorunuydu; ama Islam âlemine fatura edildi. Avrupa, yuzyillar boyu ugrasti durdu Yahudilerle. Sehrin icine bile almadi onlari; mahallelerini yakti, kovdu, dovdu, oldurdu, mallarini musadere etti. Ayni donemde ise Islam âleminde Yahudilerin keyiflerine diyecek yoktu.

 

Ote yandan Siyonizm'in babasi Theodor Herzl'in II. Abdulhamid'e Avrupa'yi sikayet etmesi gercekten tuhafti. Bir Ortadogu kavmi olan Yahudiler, kendilerini Avrupa'ya surgun edilmis gosterip yerlerine donmek isterken, Abdulhamid onlari kullandigini Avrupa'nin biliyordu. Nitekim tekliflerini reddedince hakliligi gun gibi ortaya cikti; onu devirmekten tutun da Canakkale'de bize karsi savasmaya kadar pek cok komplo ve girisimin basinda Siyonistler yer alacak, Ingilizlerin yedek gucleri, daha dogrusu "Asya'ya karsi Avrupa kalesinin suru", "barbarliga karsi uygarligin ucbeyleri" olarak harekete gececeklerdi. Hâlâ da oyle degil mi?

 

Daha da aci olani, "topraksiz bir halk" dedikleri Yahudilere, "halksiz bir toprak" olarak sunduklari Filistin'in durumuydu. Milyonlarca Musluman ve Hiristiyan Filistinli yasamasina ragmen (nufusun yuzde 95'ini olusturuyorlardi), Filistin topragi bos bir arazi olarak sunuldu dunyaya. Ancak simdi ayni trajedi, hem de kat be kat fazlasiyla Filistin halki icin gecerli, yani topraklari ellerinden alinmis durumda. Ne var ki, o hayirhah Avrupa'nin kili kipirdamiyor. Neden? Cunku Israil devleti, Ortadogu uzerinden gececek stratejik hammadenin, yani petrolun kontrolu icin gerekliydi ve bunun, Yahudi halkina insanî yardimla herhangi bir alakasi yoktu.

 

9. Dogu despotizmi yalani

 

17. yuzyila kadar Cin, Hint ve Islam âlemlerine oranla epeyce geride bulunan Avrupa, kendisi haricindeki medeniyetlere bilincli bir camur atma stratejisini izledi. Agir bir asagilik kompleksi icindeydi. Iste bu strateji dogrultusunda Dogu'nun despotik bir yonetimi oldugu tezi ortaya atildi ve Marx'tan Weber'e, hatta bugunku bazi akildanelerimize kadar pek cok kafayi igfal etmeyi basardi.

 

Oysa Lucette Valensi gibi arastirmacilarin da ortaya koydugu gibi, bu, Avrupa zihniyetinin, gerisinde bulundugu Dogu'yu gozden dusurme ve onun uzerinden kendi kimligini uretme mucadelesinin bir parcasiydi. Ancak Voltaire ve Althusser gibi iki buyuk dusunur bu yalani yutmamis ve asil despotizmin Avrupa'da yasandigini, Avrupali dusunurlerin, kendi ulkelerindeki despotizmi, disariya yansitarak, yani Dogu'yu istismar ederek okurlarina anlattiklarini, artik Osmanli'nin yakasindan dusme vaktinin geldigini dile getirdiler. Ne ki, bu tatli yalanin isittigi sicak yataktan kalkmaya kimse razi degildi.

 

10. Bati'nin ustunlugu yalani

 

Iktisat ilminin kurucularindan Adam Smith, 1770'lerde Cin teknolojisinin Avrupa'dakinden ileri oldugunu itiraf ediyordu, biz ise 18. yuzyilda Avrupa'nin dunyanin en ileri uygarligi oldugunu savunmaya devam ediyoruz. Neden acaba? Sundan sanirim: Beyinlerimiz kesifler, icatlar, Ronesans, Aydinlanma, Bilimsel Devrim gibi bir suru Avrupa yalaniyla tika basa doldurulmus durumda. Boyle olunca, dunyanin diger bolgelerinde neler olup bittigiyle ilgilenmiyor ve daima skora takiliyor gozumuz: Ne olsa macin kazanilip kazanilmadigi onemli.

 

Oyleyse Hodgson ve Blaut gibi birinci sinif tarihcilerle sesimizi gurlestirelim: Avrupa'nin "gelismesi", Afrika ve Asya karsisinda uzun suren geri kalmisligini telafi etmeye ancak 1800'lerde yetecekti. Avrupa, dunyanin diger kisimlarindaki gelismelerden o kadar uzak kalmisti ki, su meshur kesiflerle bir parca nefes alabilmisti. Bu acilma da, Asya ekonomilerinin tarihinde pek cok defa vuku bulan bir gerileme anina denk gelmis, Osmanli ve Cin dahil Dogu'nun baslattigi bir kuresellesme dalgasinin uzerine binmisti. Iste Avrupa bu sayede kiyida kosede kalmaktan kurtulup kuresel ekonominin motoru olabildi.

 

Son sozu Hodgson'a birakmak en iyisi. Ona gore, modern dunya ile Bati, ayni seyler degildir. Modernlik, Afrika, Asya ve Avrupa'nin beraberce insa ettikleri bir olusumdu. Yuzyillar suren bu hazirlik doneminden kârli cikan bolge, firsatlari degerlendirmeyi bilen ve bir katalizor rolu oynayan Avrupa oldu. Sartlar orada birbirine kavustu ama kavusmayabilirdi de. Modernlik Cin'de veya Islam âleminde de ortaya cikabilirdi (tabii oralara mahsus gorunumleriyle). Asya ve Afrika'nin muazzam bilgi birikimi ve ticaret agi olmasaydi, Avrupa'daki modern donusum hayal dahi edilemezdi.

 

Dusunun ki, Vasco da Gama bin bir zahmetle Umit Burnu'ndan dolasip Hindistan'in Kalkuta limanina indiginde Ispanyolca konusan bir Tunuslu Musluman tuccarla karsilasmis ve pek sasirmisti. Hakliydi, cunku buralari bilmeyen tek medenî kita, Avrupa'ydi.






--
    ***   SORun Var mı, SORUNun?
SORU Cevabın Yarısı, Sorun Çözümün!
DERDin içindedir DERMAN!.

*** GÜÇlük ve ZORluk bizim GIDAMIZdır. BES(in)LENME bittiğinde ÖLÜM BAŞLAR ! ***
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

29 Mart 2008 Cumartesi

(Namaz Zamanı) s.a.

Dinlerarası Diyalog Dosyası


İnsanlığın İftihar Tablosu (s.a.s.), Rabb'inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir. Allah Resûlü (s.a.s.), bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir Sahâbî, "Ya Resûlallah, o Yahudi'dir" der. Nebiler Serveri (s.a.s.) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana "dur ve beni dinle" dedirtecek şu cevabı verir: "Ama bir insan!"

Diyalog Dosyası :

selam ve dua ile...


Ailenizi, arkadaşlarınızı en son ne zaman gördünüz? Windows Live Messenger'dan ücretsiz Görüntülü Aramalar - buradan ÜCRETSİZ yükleyin! Buraya tıkla!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

(Namaz Zamanı) s.a. Nesibe kardeşime...s.a.v...dua ile....

Tebliğ ve Diyalog


Tebliğ, bir dini veya bir hakikati başkasına anlatma ve yayılmasına çalışmaktır. Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve gerçek vazifelerinden biridir. "Peygamberlere düşen sadece tebliğ yapmaktır."(1) ayeti bu hakikati ifade etmektedir. Peygamberler bu tebliğ vazifesini yaparken birçok sıkıntılarla karşılaşmışlar, ama asla yılmamışlardır. Onlar tebliği hep hikmetle ve güzel öğütle yapmışlardır. Nitekim, Cenab-ı Hakk, mealen şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel Öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et."(2)

Tebliğ vazifesi her Müslüman'a iktidar ve kabiliyetine göre ölünceye kadar farzdır. Cenab-ı Hak bu vazifeyi yerine getiren Müslümanları şöyle methetmektedir: "Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar kötülüğü önlersiniz; çünkü Allah'a inanırsınız."(3) İşte bu tebliğ vazifesini yapmanın bir yolu da diyalogtur.

diyalog, farklı dinlere ve kültürlere mensup insanların bir araya gelerek, çeşitli konularda bilgi alış verişinde bulunmaları, ortak sıkıntılara birlikte çözüm aramak için görüşmeleri, müzakere yapmaları ve irtibat kurmalarıdır. Böyle bir diyalog, insanî ve ahlakî olduğu gibi, iki dünyanın saadet ve selametine de vesiledir. İnsanın yaratılış gayesine uygun ve zaruri bir davranıştır.

Cenab-ı Hak mealen: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, kabilelere ayırdık"(4) buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmektedir: "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir." (5)

Bu ayet ile insanlar tanışmaya ve görüşmeye davet edilerek, husumet ve düşmanlıktan kaçınmaları istenmektedir. Çünkü düşmanlık ve husumetten herkes zarar görür. Ayette bütün insanlara hitap edilmesi dikkat çekicidir. Evet, insan fıtraten medeni olduğundan, diğer insanlar ile iyi geçinmesi ve diyalog halinde olması yaratılışının gereğidir. Bir insanın başka dine mensup bir komşusu varsa, elbette onun ile iyi geçinmesi ve iyi münasebet içinde olması lazımdır.

"Hükümlerin en hayırlısı sulhdür." İnsan ancak barış ve sulh ortamında karşısındaki insan ile temas kurup kendi fikirlerini ona anlatır ve onun görüş ve düşüncelerinden istifade eder. Kavga ve husumet ortamında görüşmek ve fikir alış verişinde bulunmak asla mümkün değildir. Nitekim bir âyet-i kerimede "Sulh sizin için daha hayırlıdır"(6) buyrulmaktadır. Başka bir ayet-i kerimede de: "Ve eğer onlar sulha meylederlerse sen de ona meylet ve Allah'a tevekkül kıl."(7) buyrulmuştur. Bu ayet ile sulha meyleden düşmanlarla barış yapılmasının, dinen tavsiye edildiği görülmektedir. Cenab-ı Hakk dilediği takdirde iki düşmanın kalplerini muhabbetle doldurur ve düşmanlığı ortadan kaldırır.

İslam Dini insanlığın fıtri dinidir. İslam kelimesinin asıl manası müsalemet olduğundan, onun ruhunda hakim olan sulh ve barıştır. Zira, selamet ve müsalemet İslamiyetin ruhudur.

Kur'an-ı Kerime göre bir Müslüman, hem Allah, hem de bütün varlıklarla müsalemetle, yani sulh, emniyet ve barış ile yaşayandır. Allah ile müsalemet, her hayır ve faziletin kaynağı olan Allah'ın emirlerini yerine getirip yasakladığı şeylerden kaçınmak ve O'nun iradesine tam manasıyla teslim olmaktır. Allah'ın yarattıklarıyla müsalemet ise, her mahlûka karşı faydalı olup, özellikle insanlar ile barış, hoşgörü, diyalog ve huzur içinde yaşamak ve diğer bütün mahlûkata karşı da merhametle muamele etmektir.

İslamiyet'i hakkıyla anlayıp takdir eden bir Müslüman, tam teslimiyet ve barış içinde yaşar, kalben ve fikren daima huzur içinde olur ve ömrünü saadetle geçirir. Böylece o insan, İslam'ın asıl hedefi olan ve saadet yurdu denilen cennete kavuşur.

İslamiyet bütün semavi dinleri ve peygamberleri kabul ve iman etmeyi emreder. Bütün hak dinler arasındaki ittihat noktası Allahın emir ve yasalarını tesis etmek; sulh, barış ve güveni temin etmektir. Diğer din mensupları da Müslümanlar gibi düşünüp inansalar, dünyada asla terör, anarşi ve savaş olmaz.

Peygamber Efendimiz (asm), sulha o kadar âşık ve taraftar idi ki, galip oldukları halde, Müslümanlara mağlup muamelesi yapan ve bütün maddeleri Müslümanların aleyhinde olan "Hudeybiye Barış Antlaşması'nı" müşriklerle yapmış ve bu Anlaşmayı kan dökülmesine tercih etmiştir. Hatta anlaşma metninden "Allah'ın Resulü Muhammed" ifadesinin çıkmasını isteyen Süheyl'e itiraz etmeyip anlaşmayı imzalamıştır. İki sene devam eden bu barış sayesinde Müslümanların sayısı yirmi katına çıkmıştır. Bu büyük fütuhat, diyaloğun ve barışın zaferidir.

Peygamber Efendimiz (asm) İslam'ı diyalog ve tebliğ ile anlatmıştır. O (asm) akrabaları, komşuları ve hemşerisi olan müşrik ve putperestler yanında Yahudi ve Hıristiyanlarla da diyalog kurmuş, bir kısmı ile bizzat görüşmüş, bazılarına mektuplar yazmış, diğer bir kısmına da sahabelerini göndererek İslam'ı tebliğ etmiştir; ve böylece İslamiyet'in bütün şark ve garba yayılmasına vesile olmuştur. Hazret-i Ömer (ra) zamanında da Ashab-ı Kiram'dan Abdurrahman bin Rabia ve Ehsef bin Kays Buhara'ya giderek onlara ezelden beri ruhlarının özlediği ve vicdanlarının aradığı Mabud'u Hakiki'yi anlatmışlardır.

Peygamber Efendimizin (asm) bu tebliğ vazifesini devam ettirmek, şuurlu ve hamiyetperver Müslümanların görevidir. Nitekim Hazret-i Peygamberi (asm) kendilerine rehber eden ve hayatlarını İslam'ı tebliğe vakfeden o durmaz ve yorulmaz aşk ve şevk sahibi İslam mücahitleri sayesinde İslamiyet Afrika, İspanya, Hindistan, Çin ve Sent Nehri'ne kadar yayılmıştır. İnşallah bu fütuhat kıyamete kadar kesintisiz devam edecektir. Bu da ancak görüşme, konuşma ve fikir teatisinde bulunmakla mümkün olacaktır. Aksi halde İslam'ın elmas gibi hakikatlerini diğer insanlara anlatmak mümkün olmayacaktır.

Peygamber Efendimiz (asm) daha gençliğinde Mekke'ye gelen yabancıları zulümden korumak için kurulan "Hilf'ül-fudul" isimli guruba katılmış ve İslam'dan sonra da bundan övgü ile bahsetmiştir. Çünkü zulüm yapmak ve zulme rıza göstermek insaniyetle asla bağdaşmaz.

Hazreti Peygamber (asm) özellikle Hac mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşarak onlara İslam'ı anlatıyordu. Nitekim Medine'den gelen Hazrec kabilesine mensup altı kişi, Peygamberimizin davetini kabul ederek Müslüman olmuşlar ve gelecek yıl yine Hac mevsiminde buluşacaklarına dair söz verip ayrılmışlardır. "Buna Birinci Akabe Biatı" denilmektedir. İslamiyet'i seçen bu insanların, Medinelilerin üzerinde büyük etkileri olmuştur. Evs ve Hazrec kabilelerinden birçok kimse bunların irşat ve tebliği sayesinde Müslüman olmuşlardır.

Ertesi yıl (Peygamber Efendimizin Peygamberliğinin on ikinci yılında) yine Hac mevsiminde, Medine'den gelen on iki kişi, Akabe mevkiinde Resulullah (ASM) ile geceleyin gizlice buluşmuşlardır. Bunların altısı bir önceki yıl Müslüman olanlardı. Bu ikinci görüşme ise, "İkinci Akabe Biatı" olarak bilinmektedir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (ASM.) Hıristiyanlarla birçok görüşmeler yapmıştır. Müslümanların Mekke'de çok eza ve cefaya maruz kaldığı dönemlerde Hazret-i Peygamber, (ASM.) bazı Sahabelerini Hıristiyan bir devlet olan Habeşistan'a göndermiş ve orada emniyette olacaklarını bildirmiştir. Buraya giden sahabelerin İslam'ı tebliğ etmeleri sayesinde başta Habeş Kralı Necaşi olmak üzere, birçok Hıristiyan Müslüman olmuştur.

Cenab-ı Hakk Ehl-i Kitapla görüşmeyi, fikir teatisinde bulunmayı ve onların insaflı olanlarıyla en güzel şekilde mücadele etmeyi şu ayeti ile emretmektedir:

"Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i Kitap ile en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin; 'Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de ilahınız birdir. Ve biz yalnız O'na teslim olmuş kimseleriz."(8)

Bu ayet ile onlarla karşılıklı menfaat ve hoşgörüye dayalı ilişkilere izin verilirken, başka bir ayeti kerimede Ehl-i Kitabın Müslümanlara dost görünebileceklerine dikkat çekilmiş, onların körü körüne dost edilmemesi uyarısı yapılmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz(ASM) Medine'de Ehl-i Kitapla anlaşma yaparak bir güven ortamı sağlamış, ama onlarla ilişkilerinde daima ihtiyatlı olmuştur.

Mesela, Peygamber Efendimizin (ASM.) Yahudi kabilelerden bazılarıyla yaptığı anlaşmalar ile her iki taraf birbirine saldırmayacak, birine saldırı olursa, diğeri ona yardımcı olacaktı; ancak, Yahudiler yaptıkları bu anlaşmalara sadakat göstermeyip, anlaşmayı bozmuşlar ve Müslümanların aleyhine çalışmışlardır.

Bir Sual: "Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Allah zalim topluluğa hidayet etmez."(9) Mealindeki ayet-i kerime bizlere Ehl-i Kitapla diyaloğu yasaklamıyor mu?

Cevap: Bu ayet-i kerime beşeri; toplumsal ve sosyal ilişkilere mani değildir. Ayetteki yasaklama, onların Yahudilik ve Hıristiyanlık yönleriyle ilgilidir. Yani onların dinlerine, örf ve adetlerini dost edinmek yasaklanmıştır.

Yoksa ehl-i kitapla ticaret yapmak, onların faydalı sanatlarını ve ilmi buluşlarını almak ve onlarla iyi ilişkiler kurmak elbette gerekli ve zaruridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (ASM) "İlim Çin'de de olsa gidip alınız." buyurarak bu gerçeği ifade etmektedir.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri konuya ışık tutacak ve yanlış değerlendirmelere engel olacaktır:

"Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat`iyyen nehy-i Kur`anîde dâhil değildir".(10)

"Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin."(11)

Nitekim onlardan kız almak ve onların kestiğini yemek caizdir. Ehl-i kitaptan bir hanımla evlenen bir Müslüman, onu hanımı olduğu yönüyle sever. Ama o hanımının Yahudiliğini veya Hıristiyanlığını sevemez.

Günümüzde Hıristiyanlardan pek çok ilim ve fikir adamı araştırmaları neticesinde İslâm'ı seçmişlerdir. Avrupa'da Hıristiyan asıllı Müslümanların sayısı, yüz binleri geçmektedir. Osmanlı İmparatorluğu en güçlü döneminde bile ancak Viyana'ya kadar gidebilmişken, bugünkü sulh ortamında ise, sadece Diyanete bağlı camii sayısı, Almanya'da 750, Fransa'da 206, Hollanda'da 140 ve Belçika'da 73 tür. Ayrıca değişik gönüllü kuruluşların ve sivil toplum örgütlerinin yaptırdığı çok sayıda cami ibadete açılmış ve birçok İslami ilim ve kültür merkezleri kurulmuştur. Yine birçok kilisenin camiye çevrildiği bilinmektedir. Bütün bu başarılar diyoloğun ürünüdür, savaş ve husumetin değil.

Özelikle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu düsturlar ve birçok dile çevrilen Risale-i Nur'un ikna edici ve yüksek hakikatleri ve Nur talebelerinin gayretleri sayesinde Kur'anın elmas gibi hakikatleri, bütün dünyaya ulaşmış ve birçok insanın hidayetine vesile olmuştur.

Yine M. Fethullah Gülen Hoca Efendi, birçok fedakar ve hamiyetli insanlarla beraber, metin bir azim ve sarsılmaz bir irade ile Kur'anın saf akidelerini ve İslam'ın Nurunu dünyanın her yerine götürüp, birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuştur. Müslüman olan o insanların kendi ifadeleri ile bunlar "diyalogun sayesinde" olmuştur.

Kur'an ve hakikat aşığı Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin talebeleri de açmış oldukları çeşitli Kur'an Kursları sayesinde dünyanın birçok yerine Kur'an hizmetini götürmüşlerdir. Bütün bunlar hoşgörü ve diyalog sayesinde mümkün olmaktadır

Cenab-ı Hak, İslam nurunun bütün insanlığa ulaşması için gayret gösteren herkesten ebediyen razı olsun ve daim muvaffak kılsın.

Bazı kimseler, hoşgörü ve diyalogun Müslümanları Hıristiyanlaştıracağından endişe etmektedir. Bu endişe çok yersizdir. Zira, İslamiyet'in hakikatlerinde asla bir şüphe ve zayıflık yoktur ki, onun hakikatlerini tebliğ ederken herhangi bir tereddüt yaşayalım. Acaba gerçekten Müslüman olup da muhakeme-i akliye ile Yahudi ve Hıristiyan olan kaç kişi vardır. Bazı cahillerin menfaat mukabilinde Hıristiyan olmaları bir önem taşımaz. Nitekim ciddi bir araştırma yapıldığında bu kimselerin İslam'ı anlamadıkları hatta tam manasıyla Müslüman olmadıkları görülecektir. Ehl-i Kitaptan Müslüman olanlar ise, genellikle ilim ve fikir adamlarıdır. Hatta bazı papazların da Müslüman oldukları bir hakikattir

Netice olarak diyalog; İslamiyet'ten taviz vermek değil, doğru İslamiyet'i ve onun güneş gibi ulvî hakikatlerini bütün dünyaya anlatmaktır.

"Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef`alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler; belki Küre-i Arz`ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet`e dehalet edecekler."(12)

Kaynaklar:
1. Maide Suresi, 5/99
2. Nahl Suresi, 16/125
3. Al-i İmran Suresi, 3/110
4. Hucurat Suresi, 49/13
5. Mektubat, 321
6. Nisa Suresi, 4/128
7. Enfal Suresi, 8/61
8. Ankebut Suresi, 46
9. Maide Suresi, 51
10. Münazarat, s.33
11. Münazarat, s.32
12. Hutbe-i Şamiye s. 24




Pahalı telefon faturaları? Windows Live Messenger'dan ücretsiz ve sınırsız bilgisayardan bilgisayara aramalar - buradan ÜCRETSİZ yükleyin! Buraya tıkla!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

(Namaz Zamanı) esselam....s.a.v...dua ile...Nesibe kardeşimize yararlanabilir diye...


Yirmialtıncı Söz sözler 26. söz


 

Kader Risalesi



بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ


[Kader ile cüz'-i ihtiyârî, iki mes'ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.]

BİRİNCİ MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyârî, İslâmiyetin ve îmânın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyârî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve Kemâlât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." Evet kader, cüz'-i ihtiyârî; îmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde... Kader, nefsi gururdan ve cüz'-i ihtiyârî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiatının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz'-i ihtiyariye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere

(Orjinal Sayfa:489)

ve hikmet-i cüz'-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler değildir. Evet, mânen terakki etmeyen avâm içinde kaderin cây-ı istimâli var. Fakat o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maâsi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebeb olsun. Demek kader mes'elesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imânâ girmiş. Cüz'-i ihtiyârî, seyyiata merci' olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir.

Evet Kur'anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes'uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev'inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak'tandır. İnsan yalnız dua ile, îmân ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insâniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından Bâzı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesâlihi tâzammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak'tır. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakk'a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesâlihi tâzammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yağmur rahmet değil." Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesîri terketmek şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir. Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adâlet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adâlet inde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş. Hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binaen mah-

(Orjinal Sayfa:490)

kûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adâleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde' ve münteha, asıl ve fer', illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse: "Mâdem cüz'-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'da, Hâlık-ı Semâvat ve Arz'a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı Arz ve Semâvat, ondan azîm şikâyetler ediyor. O âsi insana karşı abd-i mü'mine yardım için kendini ve Melâikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor."

Elcevab: Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfsıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve mâsiyet, adem ve tahrib nev'inden olduğu için, cüz'-i ihtiyârî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcûdâtı tekzib ve bütün tecelliyat-ı Esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcûdât ve Esmâ-i İlahiye namına Cenâb-ı Hak kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adâlet tir. Mâdem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i îmân, onlara karşı Cenâb-ı Hakk'ın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü'minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenâb-ı Hakk'ın çok inâyâtına muhtaçtırlar.

Elhasıl: Eğer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i huzur ve Kemâl-i îmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahsetsin. Çünki mâdem nefsini ve herşeyi Ce-

(Orjinal Sayfa:491)

nab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz'-i ihtiyârîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabûl edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubûdiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudûr eden Kemâlât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakk'a verilecek olan cüz'-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.

İKİNCİ MEBHAS: Ehl-i ilme mahsus (Haşiye), ince bir tedkik-i ilmîdir.


Eğer desen: "Kader ile cüz'-i ihtiyârî, nasıl tevfik edilebilir?"

Elcevab: Yedi vecihle...

Birincisi: Elbette kâinatın intizâm ve mizan lisanıyla hikmet ve adâlet ine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz'-i ihtiyârî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz'-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.

İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcûdâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte şu cüz'-i ihtiyârî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, mâlûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

Üçüncüsü: Cüz'-i ihtiyârî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev'idir. İlm-i

_______________________

(Haşiye): Bu ikinci mebhas, en derin ve en müşkil bir sırr-ı kader mes'elesidir. Bütün ülemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mes'ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.

(Orjinal Sayfa:492)

İlahî, ihtiyarımıza taallûk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor.

Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yâni nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa mâlûm, ilme tâbi değil. Yâni ilim desâtiri; mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esâs değil. Çünki mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esâs tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mâzi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesâfe mâzi, sol tarafındaki mesâfe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin


mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesâfeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesâfelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle "Manzar-ı â'lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı â'lâdadır." Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesâfesinde bir âyine tarzında olsun.

Beşincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taallûku var. Yâni, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?"

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevab: Çünki: Kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sün-


(Orjinal Sayfa:493)

net ve Cemâati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mu'tezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."

Altıncısı: (Haşiye) Cüz'-i ihtiyârînin üss-ül esâsı olan meyelân, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcûd nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref'etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur'an ona o anda diyebilir ki: "Şu şerdir, yapma." Evet eğer abd hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref' olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَالَمْيَجِبْلَمْيُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: "Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yâni, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma'lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. (Haşiye) Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bâzan yapmak ve bâzan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedmeder?

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yâni: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vâkidir. İrade bir sıfattır. Onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.

Eğer desen: "Mâdem katli halkeden Hak'tır. Niçin bana katil denilir?

Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sâbit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk'ın mahlukudur. Mes'uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

_____________________

(Haşiye): Gâyet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattır.

(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.

(Orjinal Sayfa:494)

Yedincisi: İrade-i cüz'iye-i insâniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der: "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz'-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

ÜÇÜNCÜ MEBHAS: Kadere îmân, îmânın erkânındandır. Yâni: "Herşey, Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyledir." Kadere delâil-i kat'iye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile şu rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını وَلاَرَطْبٍوَلاَيَابِسٍٍاِلاَّفِىكِتَابٍمُبِينٍٍ gibi, pekçok âyât-ı Kur'aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur'an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur'anîyi, nizâm ve mizan ve intizâm ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektûbâtı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve Sûretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, "Kâf-Nun" tezgâhından çıkan birer lâtif sandukça

(Orjinal Sayfa:495)

dır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu'cizât-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vâkıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur.

Hem herşeyin miktar-ı muntâzaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gâyet hikmetli ve san'atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o Sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi tâkib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı mânevînin ve o mikdarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri Sûretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizâm-ı kadere tâbidir.

Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan "Kitab-ı Mübîn"den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan "İmam-ı Mübîn"den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tâzammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizâmlı birer kaderî mikdarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde "Kitab-ı Mübin" ve "İmam-ı Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hük-


(Orjinal Sayfa:496)

münde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir Sûrette yazılıyor ki; güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir sened istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin mânâlarını onlarda yazıyor.

Elhasıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtat hayatı, bu derece kaderin nizâmına tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insâniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-ı maddî olan bedihî kader ve intizâm-ı mânevî ve hayatı olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, Sûretler, şekiller; bilbedâhe "Kitab-ı Mübin" denilen irade ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve "İmam-ı Mübin" denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz'u gösterir.

Netice-i meram: Mâdem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe o şeyin mikdar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntâzam meyvedâr hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat'iyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki: Sergüzeşt-i hayatı, bir intizâm ve mizan ile cereyan ediyor. Sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübrânın hâ


(Orjinal Sayfa:497)

mili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbidir.

Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere îmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"

Elcevab: Kat'â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere îmân etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere îmân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, Kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin Kemâl-i hürriyetiyle Kemâlâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar. Kadere îmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i garâib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde gasıbâne, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te'dib Sûretiyle hapse atılır. İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir proğramla, Kemâl-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp Kemâl-i safa ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, Kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sırrını anla.

(Orjinal Sayfa:498)

DÖRDÜNCÜ MEBHAS: Eğer desen: "Birinci Mebhas'ta isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor."

Elcevab: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahz olduğuna; bütün mehâsin ve Kemâlâtın vücuda rücuu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekaisin esâsı adem olduğu, delildir. Mâdem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tâzammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat'ın nukuş-u Esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyat Sûretinde Bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Elhasıl: Mâdem hayat, Esmâ-i hüsnânın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gâyet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok san'atlarda mâhir bir zât; âsâr-ı san'atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa', Mûsanna' yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeğe hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin" diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni'-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ve letâif ile murassa olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev'inde olan keyfiyat; Bâzı Esmâsının ahkâmını göstermek için lemaât-ı hikmet içinde bâzı şuaat-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde lâtif güzellikler vardır.


(Orjinal Sayfa:499)

Hâtime

[Eski Said'in serkeş, müftehir, mağrur, ucublu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beş fıkradır.]

Birinci Fıkra: Mâdem eşya var ve san'atlıdır. Elbette bir ustaları var. Yirmiikinci Söz'de gâyet kat'î isbat edildiği gibi: Eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış. Elbette o pek hikmetli ve çok san'atkâr zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibâdetlerini başkasına vermeyecektir.

İkinci Fıkra: Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahirlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.

Üçüncü Fıkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dine hizmet ettim" diye gururlanma. اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sırrınca: Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini; geçen ni'metlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyâ dan kurtul!.

Dördüncü Fıkra: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenâb-ı Hakk'ın mârifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcûdât,

(Orjinal Sayfa:500)

İsm-i Hakk'ın şuaatı ve Esmâsının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir Sûrettir. Yirminci Söz'ün âhirinde, şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir. Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat'iyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrûfu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, "Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir" demişler. İşte şu sırdandır ki; Bâzı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Mâdem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel; onlar için «hayydır», hayatdar ve mevcûddur. Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: "Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcûdâtı birden isterim."

Beşinci Fıkra: Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem şu fıkra-i Arabiye, "Allahü Ekber" zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.

اَللَّهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْكَرِيمُ اَلرَّحِيمُ الْجَمِيلُ النَّقَّاشُ اْلاَزَلِىُّ الَّذِى مَا حَقِيقَةُ هذِهِ الْكَائِنَاتُ كُلاًّ وَ جُزْءً وَ صَحَائِفَ وَ طَبَقَاتٍ وَ مَا هَقَائِقُ هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًَّا وَ جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلاَّ خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهِ وَ قَدَرِهِ وَ تَنْظِيمِهِ وَ تَقْدِيرِهِ بِعِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ نُقُوشُ بَرْكَارِ عِلْمِهِ وَ حِكْمَتِهِ

(Orjinal Sayfa:501)

وَ تَصْوِيرِهِ وَ تَدْبيرِهِ بِصُنْعٍ وَ عِنَايَتٍ وَ تَزْيِنَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهِ وَ عِنَايَتِهِ وَ تَزْيِينِهِ وَ تَنْوِرِهِ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اَزَاهِيرُ لَطَاءِفِ لُطْفِهِ وَ كَرَمِهِ وَ تَوَدُّدِهِ وَ تَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَ نِعْمَةٍ وَ ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَ نِعْمَتِهِ وَ تَرَحُّمِهِ وَ تَحَنُّنِهِ بِجَمَالِ وَ كَمَالِ وَ لَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهِوَ كَمَالِهِ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ السَّرْمَدِىِّ الدَّاءِمِ التَّجَلّيوَ الظُّهُورِ عَلَى مَرِّالْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ الدَّاءِمِ اْلاَنْعَامِ عَلَى مَرِّاْلاَنَامِ وَ اْلاَيَّامِ وَ اْلاَعْوَامِ نَعَم فَالاَثَرُ الْمُكَمَّلُُ يَدُلُّ لِذِى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذِى فَهْمٍ عَلَى اْلاِسْمِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ اْلاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِااضَّرُورَةِ عَلَى الشَّاْنِِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقِينِ عَلَى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلِيقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ الْيَقِينِ. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْآتِ: زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّاءِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ: مِنْ افْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ.. بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ.. لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ.. لِلْ بَاقِى الْوَدُدِ.. اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ


* * *


(S:502)


Zeyl


بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


[Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]

Cenâb-ı Hakk'a vasıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bâzısı, bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur'andan istifade ettiğim "Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür" tarîkıdır. Evet acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "Letâif-i Aşere" gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi "Nüfus-u Seb'a" yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki "Dört Hatve"den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenâb-ı Hakk'a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebâiri terketmektir. Ve bilhassa namazı ta'dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci Hatveye: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ediyor.

(Orjinal Sayfa:503)

İkinci Hatveye: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti işaret ediyor.

Üçüncü Hatveye: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti işaret ediyor.

Dördüncü Hatveye: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti işaret ediyor. Şu dört hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

Birinci Hatvede: فَلاَتُزَكّوُااَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine fedâ eder. Mâbud'a lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mâbud'a lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabûl etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikî'nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfederek مَنِاتَّخَذَاِلَهَهُهَوَيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

İkinci Hatvede: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve

(Orjinal Sayfa:504)

istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizâm etmek, nefs-i emmârenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yâni nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yâni huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek...

Üçüncü Hatvede: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp; bütün mehâsin ve Kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, قَدْاَفْلَحَمَنْزَكّيَهَا sırrıyla şudur ki: Kemâlini Kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.

Dördüncü Hatvede: كُلُّشَيْءٍهَالِكٌاِلاَّوَجْهَهُ dersini verdiği gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcûd bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâva eder. Mâbuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni'-i Zülcelâl'in Esmâsına âyinedârlık cihetiyle ve vazifedârlık itibariyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcûddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yâni kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yâni vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî'den gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî'nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcûdâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcûdât, Esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud'u bulan, herşeyi bulur.

(S:505)

Hâtime

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur'anın hikmetine dair olan yirmialtı aded Sözler'de geçmiştir. Yalnız şurada bir-iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl'e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî'ye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane dâvaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip, "Lâ mevcûde illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, "Lâ meşhude illâ Hû" demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gâyet zâhir olarak Kur'an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcûdâtı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip, Esmâ-i hüsnâsının mazhariyet ve âyinedârlık vazifesinde istimal ederek mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakk'a bir yol bulmaktır.

Elhasıl: Mevcûdâtı mevcûdât hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır...

 

http://nurdersleri.blogcu.com/2539399/ kader risalesi hakkında video



Aileye katılmanın tam zamanı! Windows Live Messenger'ın 2008 versiyonunu yükleyin! Ücretsiz! Buraya tıkla!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

(Namaz Zamanı) ULUSALACI OLİGARŞİ HALKIN İRADESİNİN ÜSTÜNDEN ELİNİ ÇEK, SİVİLEŞMENİN, DEMOKRTAİKLEŞMENİN ÖNÜNDEN ÇEKİL

Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu İzmit Sabri Yalım parkı İnsan Hakları anıtı önünde  154. haftasına giren "Başörtüsüne Özgürlük" eylemini gerçekleştirdi. Eylemde platform adına basın açıklamasını MAZLUMDER Kocaeli Şube Üyesi Cananosman ARAN yaptı. MAZLUMDER Genel Başkanı Dr. Ömer Faruk Gergerlioğlu da katıldığı eylemde bir sesleniş konuşması yaptı. Gergerlioğlu yaptığı sesleniş konuşmasında Yargıtay Başsavcının Başörtüsüne Özgürlük girişimini gerekçe göstererek AKP ye kapatma davası açmasına tepki gösterdi. Gergerlioğlu, yargının siyasallaştığını Yargı ağzından dinlediklerini, bu itirafın ışığında uzlaşma çağrılarına uzlaşma değil gerçek anlamda Demokrasi ile karışıl verilebileceğini kaydetti.

Basın Açıklaması:

Günlük ve saatlik gündem değişikliklerinin olduğu çok kritik bir zaman dilimine girmiş bulunuyoruz. Halk tarafından istenmediğini anlayan oligarşi, işgali altındaki noktalardan top yekun saldırıya geçmiş ve can havliyle çırpınmaktadır. Değil halkımızı, tüm dünyayı hayrete düşürecek şekilde halkın seçtiği insanları siyasetten uzaklaştırma ve darbe çabalarıyla son kozlarını oynamaktadırlar. 

Diğer taraftan çeteler suni olarak ülkede kargaşa var havası yaratmaya çalışmaktadırlar. Bu çetelerin mekanlarına yapılan baskınlarda peş peşe, Yargıtay dan, Orgeneral Büyükanıt'a, suikast planları çıkmakta, ya da daha evvel yapılan ve Türkiye'nin inançlı insanlarının üstüne atılan cinayetlerle ilgili kanıtlar aydınlığa çıkmaktadır. Bunlar, Müslümanların  hassas konusu olan başörtüsüne saldırıp, halkımızı provake etmeye çalıştılar. Danıştay, Cumhuriyet gazetesi, Hablemitoğlu ve Mumucu cinayetleri ile ilgili belgeler bu çetelerden elde edilen kanıtların içinden çıkmakta. Dün size, önce ki gün onlara, bugün bize yarın hangimize vuracağı belli olmayan bu dayatmacılara karşı, farklı kesimden akıl sahibi insanları her tür hukuksuzluğa karşı birlikte durmaya davet ediyoruz.

Menemen geleneğinden gelen oligarşi, yine aynı oyunları sahneye koyma hevesinde. Aklınca bunları delil gösterip Türkiye'deki halkın  inancını yaşama isteğinin önünü kesecek. Gözden kaçırdığı bir noktaysa halkın hala 1930'lar da olmadığı ve dünyanın son 50 senede çok değiştiğidir.

Artık bunlar yolun sonuna geldiklerini anlamışlardır. Hukuka aykırı olarak açtıkları AKP kapatma davsına halkın ve tüm dünyanın  tepki göstermesine karşı çıkan Deniz Baykal, çifte standartla Ergenekon soruşturması kapsamında ele geçirilen kanıtlar ortadayken hala bu çete elemanlarının gözaltına alınmasının hukuksuzluk olduğunu iddia etmektedir.

Diğer taraftansa AKP kapatma davasına, halkın ve medyanın tepkisiniyse yargıya müdahale olarak değerlendirilmekte. Sefa Sirmen Kuranı Kerim dağıtırken bu laikliği ihlali değildir. Fakat İbrahim Karaosmanoğlu Kuranı Kerim dağıttı mı Baykal ve  ulusalcılara göre bu laikliğin ihlalidir, parti kapatma gerekçesidir, AKP 'nin Anayasayı hiçe saymasıdır !.Sayın Deniz Baykal, siz bu halkı hala kör ve sağır mı sanıyorsunuz ?, bu ülke sizin 1940 ların Milli Şef ve tek parti döneminden bu yana bayağı değişti, biraz gözünüzü açın lütfen.

Ülkemizin insan hakları, demokratikleşme, sivilleşme aşamasında yapılanları "laikliğe karşı çıkmak" olarak niteleyip, ellerindeki her türlü imkanlarla, bunun önünü kesmek isteyen darbeci anlayışa, 2000'li yıllar'da tüm dünyanın buna nasıl baktığını, biraz olsun görmeye davet ediyoruz.

Biz halk olarak her gün darbe tehdidiyle yaşamaktan bıktık artık. Halk olarak AKP'ye çağrıda bulunuyoruz; Sizi ! Yeni çıkartılacak Anayasada, kendilerini  halkın iradesinin üstünde gören, halkın tercihini yok sayan bu oligarşik, yasakçı, darbeci  kesimin kanunsuzluklarını önünü, en etkin cezalarla kesmeye davet ediyoruz. Hiç kimsenin insan hakları ve sivilleşme çabalarına engel olmaya  hakkı yoktur. Artık yüz yıl öncesinde yaşamak istemiyoruz.

Halk tarafından tasfiyesine karar verilmiş, oligarşik zümreyi de ülkeyi daha fazla karıştırıp , halkın huzurunu kaçırmadan ve istikrasızlık ortamı yaratıp, ekonomiyi daha fazla alt üst etmeden halkın üzerinden elini çekmeye davet ediyoruz. Şunu iyi  bilsinler ki; biz meclisimizde "hakimiyet kayıtsız şartsız oligarşinindir" yazısı asla görmek istemiyoruz. Geldiğiniz ve haklın sesini dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyoruz.

MAZLUMDER Kocaeli Şube Üyesi Cananosman ARAN

 


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---