5 Mart 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) hayırlı cumalar gönül dostlarım.baki selam ve dua ile."senin vazifen fahr değil, şükürdür. sana layık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. senin kemalin hodbinlik değil, hudabinliktedir."


 


 

Nefis

Ey nefsim! Deme 'zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle şarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor.

Şeytanın mühim bir sinsi planı, insana kusurunu itiraf ettirmektir, ta ki bağışlanma ve ALLAH'a sığınma yolunu kapasın. Hem nefsi insaniyetinin enaniyetini tahrik edip, ta ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta kusur ve günahlarından takdis etsin..

Nefsini suçlayan kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, bağışlanma diler. Bağışlanma dileyen ALLAH'a sığınır. ALLAH'a sığınan şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak olur.


------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hane-i Saadet



 

ESKİLER, ona 'hane-i saadet' demişler. Yani, mutluluk evi. Aslında sadece ev demeleri yetiyormuş ama, mutlulukla o kadar özdeşleşmiş ki, ev, mutluluk kelimesi ile birlikte zikredilir olmuş. Bizim şimdilerde, 'mutlu yuva' dediğimiz 'ev'i onlar, hane-i saadet olarak anıyorlarmış.

Onların hane-i saadeti, ailenin tüm fertlerinin bir arada olmasıyla bozulmuyormuş. Gelin, kayınvalide, kayınpeder, diğer çocuklar vs. ailenin tüm fertleri, bir arada yaşıyorlarmış. Kayınvalide, gelini ezmek bir yana, onun en büyük yardımcısıymış; baba, yeni evlenen oğlunun mutlu bir yuva kurmasında en büyük bir destek imiş. Yeni evli çiftler, büyük bir aile topluluğunun içinde çok fazla sıkıntı çekmeden yaşamaya devam ederlermiş. Büyüklerin tecrübelerinden maksimum düzeyde yararlanırlarmış.

Yeni evli kimseler, hemen çocuk yaparmış; şimdiki gibi 'Bir müddet daha çocuk yapmayalım, hem biraz hayatımızı yaşayalım. Ayrıca, kendimizi henüz hazır hissetmiyoruz' gibi modern takıntıları yok imiş. Ve aile hayatının, çocukların varlığıyla daha çok piştiğini biliyorlarmış. Çocuğun, ailenin bir meyvesi olduğunu, meyvesiz ağaç gibi, çocuksuz bir ailenin de mutlu olamayacağını bildikleri için, büyük anneler ve büyük babalar, çocuklarını evlendirir evlendirmez, onlardan çocuk bekliyorlarmış.

Onların hane-i saadetinde çocuk sayısı önemli değilmiş. Önemli olan, çocukların nasıl yetiştirildiği imiş. Elbette ki çocuk sayısının fazla oluşu da bir sorun olmuyormuş, çünkü büyük bir aile yapısı içinde, dedeler veya nineler, çocuklarla zaten ilgilendiğinden, çocukların anne ve babaya değil yük olmaları, büyükler için bir mutluluk kaynağı imiş. Bunun yanında, fazla çocuklu evde, büyük çocuklar, küçük kardeşleri ile ilgilendiklerinden dolayı, anne babalarının işlerini de hafifletiyorlarmış. Ve aile içi eğitim, dışarıdaki eğitime çok da fazla ihtiyaç duymadan yürürmüş. Üstelik, bu güne nazaran daha da zor olan o günkü ekonomik şartlarda, çocukların fazlalığı, ev ekonomisini pek de zorlamıyormuş. 'Misafir, rızkıyla beraber gelir' misali, eve gelen her çocuk, kendi rızkını da beraberinde getirdiğinden dolayı, rızk derdinden şikayet eden pek az imiş.

Onların hane-i saadetinde, hanımlar, erkeklerinin 'gözünün dışarıda' olmasını istemediklerinden dolayı, erkeklerine saygıda kusur etmezlermiş; erkeklerini memnun ederlermiş. Erkekler de hanımlarına saygıda ve sevgide kusur etmezlermiş. Bu yüzden ne erkeğin 'gözü dışarıda' olurmuş. Ne de hanımlar, erkeklerinden şüphe ederlermiş. Üstelik erkekler, bu günkü gibi çok fazla çalışmadıkları için evlerine, hanımlarına ve çocuklarına daha fazla zaman ayırırmış. Böylece ne hanım bugünkü gibi ilgisizlikten şikayet eder, ne de erkekler bugünkü gibi 'yeterince ailemle ilgilenemiyorum' diye hayıflanmazmış.

Hem evin erkeği, hem de hanımı, yekdiğerine saygı ve sevgiyi esirgemediğinden, onların hane-i saadeti, bir mücadele ortamına dönüşmezmiş. Hoşnutsuzluklar ve aile içi problemler var olmasına rağmen, bu, çoğu kere bu büyük aile ortamında çözülürmüş. Bugünkü gibi erkek ve kadınların eşit olup olmadığı, kimin kimden üstün olduğu gibi konularda tartışmalar olmazmış. Farklılık, parçalanmaya değil, tanışmaya vesile olurmuş. Ne kadın, erkeği ile üstünlük mücadelesine girer, ne de erkek güç mücadelesine girermiş. Bu yüzden ne erkeklerle mücadele eden bir kadın hareketi, ne de kadınları hor gören bir erkek anlayışı yok imiş. Aile, bir mücadele ortamı değil, bir yardımlaşma ortamı imiş.

Onların hane-i saadetinde boşanmalar, bu günkü kadar değilmiş. Çünkü, o günkü aileler mahkemelere düşecek kadar, sorunlu ortamlar değilmiş. Basit, normal aile içi tartışmalarda bu günkü gibi, hemen hanımların aklına boşanma fikri gelmiyormuş. Bir şekilde anlaşarak, yahut da konu mahkemelere taşınmadan, aile büyüklerinden oluşan bir hakem heyetinin, aralarını bulmasıyla da aile saadeti yeniden tesis ediliyormuş. Böylece, mahkemelerdeki gibi, birbirlerinin kirli çamaşırlarını sergilemeden, ailenin sırları daha fazla dışarıya taşmadan, sorunlar hallediliyormuş.

Gelelim bugüne… Bugüne geldiğimizde, modern aile bireyleri olarak, parçalanmayı iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Geçmişin o büyük ve köklü aile yapısı, yerini küçücük ve her an dağılabilir bir aile yapısına terk etmiş gözüküyor. Modernizmin, aile yapımıza vurduğu en büyük darbe, aile yapımızı küçültmesi ve sonra parçalara ayırmasıdır.

Önce, büyük aile ortamı yok olmuş; sonra da aile fertlerinin (mesela çocuk) sayısı, rızık endişesi ya da modern kaygılardan dolayı, düşürülmüştür. Sonra da ailedeki, erkek-kadın-çocuk gibi ayırımlar, keskin ayırımlara dönüştürülmüştür. Böylece aile içinde olması gereken saygı-sevgi-şefkat gibi kavramlar yitirilmiştir.

Bugün, Batıda bırakınız bir hane-i saadet hayalini, bir Batılı aile yapısından söz etmemiz bile zor gözüküyor. Geçmişimizdeki hane-i saadetimizle kıyası kabul etmeyecek derecede bozulmuş ve dejenere olmuş Batılı aile parçacıklarının bir araya gelmesi en azından yakın gelecekte biraz zor görünüyor. Doğulu aile tablolarında ise, Batı tipi aile içi mücadelelerin yer yer kendisini gösterdiğine şahit oluyoruz. İslâmî aile ortamında, entelektüel kapasite arttıkça, aile saadetinin artması beklenirken, tam tersi gelişmeler görüyoruz. Acaba, ilim tahsili uğruna mücadele verdiğimiz bir başörtüsü konusuna, bir de bu açıdan bakabilir miyiz? Acaba başörtüsü meselesi, kaderin eliyle bize musallat olan bir 'şefkat tokadı' olabilir mi? Elbette ki ilim, erkek ve kadın herkes üzerine farzdır. Ancak, ilim arttıkça, sevgi ve saygı artmıyorsa, bunu bir düşünmemiz lazım. Acaba nerede hata yapıyoruz?

Herkesin birbirinden kuşkulandığı bir aile tablosundan, eski hane-i saadetimize doğru bir göz atarken, nereden nereye geldiğimizi, modern tabularımızın ve ön yargılarımızın bizi ne hallere düşürdüğünü sorgulamamız gerekiyor. Kamusal alanı, hane-i saadetimize tercih ederken, kazandığımız ve kaybettiğimiz değerleri de düşünmemiz lazım. Unutmayalım ki, kamusal mekânın hanesi yoktur. Dışarıda ne kadar zaman geçirilirse geçirilsin, herkesin gelip dinleneceği, rahat etmek isteyeceği bir hane-i saadete ihtiyacı vardır.

Bu düşünceyle eski hane-i saadetimizi kazanmamız zor gözükse de, en azından modern olana kuşkuyla bakmayı sürdürmeliyiz kanımca. Asıl problem, modern olanı sorgulamamak ve onu sorun olarak görmemektir. Öyle ise bugünkü sorunlarla boğuşurken, önce sorunun kaynağına inmeli ve modern tavırların aileyi rencide eden ve yozlaştıran kısımları üzerine çalışmakla işe başlayabiliriz.

Ahmet Nazlı


 
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 

Tuhaf bir yalan: HAYATINI YAŞA!

 

Şuna şaşırayacak mıyız: Yaşamadığımız bir hayata dair sorulduğumuzda... Oysa, özellikle bu yüzden, yaşamadığımız için sorumlu tutulmamız anlaşılabilir birşeyken.

Anlaşılması güç olan, tam "burada," tam da yaşamadığımız hayatın içinde, bu nitelikteki hayatın sorumluluğunu rahatlıkla taşıyor olmamız.

Bu rahatlık, sürdürülebilir kılıyor, ama hayatı yalnızca "sürdürülebilir" kılması onu insanî olmaktan uzaklaştırıyor. Soğuk, "mekanik" bir rahatlık. Şeyler ile kurduğumuz her türde ilişkinin doğasını belirleyen bu rahatlığın spekülatifliği, hayatlarımızın bir tehditle sınanmasıyla kolayca açığa çıkabilir.

İnsanın bir üretim aracı olarak tarihte yeniden icadı ve bu tarihî ahmaklığın zekice sistemleştirilmesi olgusunun sürekliliği; tahakkümcü iktidar ilişkilerinin kesintisizliği; en alttan en üst seviyeye kadar bu ilişkiler ağı içinde uygulanan yöntemlerle ve geliştirilmiş stratejilerle dünyayı "insansızlaştırma" pratikleri hayatın imkân alanlarını zorbaca daraltmıştır. Hayatın yaşanamazlığı dediğimiz şey tercihlerimizin (sahip olduğumuz bir parça özgürlük de iktidar ilişkilerinin işleyişinden bağımsız değildir), yapıp ettiklerimizin neye tekabül ettiği, neye eşitlendiği ile ilgilidir: Kendimizin dışında bir yere... Kendimizin yokluğuna.

Hayat, hayatiyetini yitirmiştir. Hayatı canlı kılan öz, bugünün üretilmiş hakikat alanında yer bulmamaktadır. Sürgit iktidar ilişkilerinin içinde hakikat üreten aygıtların insanı tâbi kılan, hizaya sokan, disipline eden teknikleri hayatı sahici olmaktan çıkarmış, bir yalana dönüştürmüştür. Artık hiçbir şeyin değeri hayata nasıl hizmet ettiği, ona ne kattığı ile ölçülemez, çünkü hayat, merkezî olma vasfından boşaltılarak mübadele ilişkilerinin vahşi değerlerince yeniden üretileceği pazara sürülmüştür: Mülkleştirilmiştir. Parçalara bölünmüş ve el konulmuştur.

İnsan için hayat, anlamlandırmanın, keşfetmenin, zenginleştirmenin imkânların açık olduğu özgür bir tecrübe olmaktan çıkmıştır:

Birikimi değil, eksilişi işaret etmektedir. "Ziyanda olma" hâli, ekonomi merkezli düşüncenin kâr-zarar denkleminde daimileştirilmiştir. Televizyon ekranlarından akan rakamlar, grafikler iyinin ve kötünün sözcülüğünü üstlenmiştir. Hikmetin değil, tahakkümün dilini kullanarak. Bu dil, formüle ettiği yaşayış biçimlerini kaçınılmaz bir kadermiş gibi seçeneksiz olarak dayatmaktadır. Acil bir amaçlılığın kuvvetle vurgulandığı bu buyurgan dil, insanı sürekli bir geç kalmışlık ve yetersizlik duygusuyla kışkırtıyor. Öyle ki, sonuçta profesyonel bir işle bağlantılandırılmayan düşünce lanetlenmekten kurtulamaz. İnsansızlaştırılmış her alanda, pratik çıkarların barbar yüzü sırıtmaktadır. Çürümüşlük, uğursuz bir sakınımla şımartılırken, insan için imkânsız kılınmış hayatın içinde sığınılacak bir köşe kalmamıştır. Özel hayat, bir şakadan ibarettir. Eğlencenin eğlendirmeyen dünyası, insansızlaştırılmış bir dünyada insan için tasarlanan en doğal mekanların, toplama kamplarının, toplu mezarların, açlık bölgelerin, sefalet yuvalarının, bombalanmış şehirlerin üzerinde yükselerek onları görülmez kılmaktadır. Eğlencenin sağırlaşmaya ve körleşmeye sonuna kadar açık dünyası, gündelik yaşayışın cömertce sunduğu sıkıntılar ve karabasanlarla semirmiş, piyasanın ruhuna uygun biçimde; kendi zamanını ancak satın alarak sahiplenen insan için vazgeçilmezliğini ilan etmiştir.

Gündelik yaşayışın sathiliği, derinindeki sahteliği kurnazca gizliyor. Kimse, bir hayata sahip olduğu için yaşıyor görünmemektedir, çünkü hayat, umutsuz bir hayatta kalma çabasına sabitlenen bakışlarda yitip gitmiştir. "Hayatını kazanmaya" çalışan kişi, daha baştan neyi kaybettiğini gözden kaçırmıştır. Adorno'nun ifadesiyle "kendi yokluğunun ideolojisine dönüşmüş olan hayat"ın içinde, modern toplumun ideal bireyi, yerleşik olana arısasızca eklemlenerek, kendi yokluğunu onaylamış bir sahtelik dolayımında sürekli yeniden—üretmektir. çalışıp çabalamaları, faaliyetleri bu sahtelikle çarpıtılmıştır. Kâr'ın mutlaklaştırıldığı global pazarın müşterilerinin ruhları, faydalı, üretken, işe yarar görünmenin hâlâ hayatta kalmanın tek geçerli şartı olduğu baskısının dehşetiyle sakatlanmıştır.

Bu sakatlanışla kendine ait bir hayatı yaşayabilme yeteneği bütünüyle körelmiş olan insan, bugün, tuhaf bir huzursuzluğa kapıldığında şu mazeretle rahatlayabilir: "Herkes böyle yaşıyorsa, bunda garip olan ne?"

SEDAT TURAN


--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

karanfil resmi 

Gönül Ka'besi 

*Eğer senin gönlün varsa,gönül ka'besini tavaf et.Topraktan yapılmış sandığın ka'benin manası gönüldür.

*Cenab-ı Hak,görünen,bilinen suret ka'besini tavaf etmeyi,kirliliklerden temizlenmiş,arınmış bir gönül ka'besi elde edesin diye sana farz kılmıştır.

*Şunu iyi bil ki,sen,Allah evi olan bir gönülü incitir,kırarsan,yaya olarak bin defa ka'beye gitsen,Allah bu ziyaretini kabul etmez.

*Allah'ın huzuruna altın dolu binlerce kese götürsen,Cenabı Hak:"Bize bir şey getirmek istiyorsan,kazanılmış bir gönül getir."diye buyurur.

*Senin değer vermediğin,bir saman çöpü sandığın yıkık gönül,Arş'dan üstündür,kürsüden de,Levh'den de,Kalem'den de....

*Kırılmış,ikiyüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak ,tamir etmek Cenab-ı Hakkın nazarında Hac'dan da Umre'den de değerlidir.Hakkın defineleri,harap gönüllerdir.Harabelerde pek çok defineler gömülüdür.

*Mutlu olmak,manen yükselmek istiyorsan gönüller almaya,gururu,kibri bırakmaya bak.

*Kazandığın gönüllerin yardımı,seninle beraber olursa,kalbinden hikmet kaynakları fışkırır,akar.

*Dilinden sel gibi ab-ı hayat akar.Nefsin Hazreti İsa'nın nefsi gibi hastalara deva olur.

*Gönlün ne olduğunu ancak gönül sahipleri bilir.Ruhsuz kişi gönlün değerini ne bilsin?

*Sen gönül sahibi olmadığından ötürü,senin elinden tutmadı,İlahi sevgiden nasibini almadın,sevmek mutluluğuna eremedin,kimseyi sevemedin.Şunu iyi bil ki,gönül kimin elinden tutarsa,o kimse,kirli arzuların çamuruna düşmez kirlenmez.
 

  (Mevlana Celalettin Rumi)

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bilgi Çağında Cehalet  

Yaşadığımız çağa Bilgi Çağı deniliyor. Gerçekten de uçsuz bucaksız bir bilgi okyanusu karşısında bulunuyoruz. Televizyonlarla, gazetelerle, bilgisayarla, internetle gezinip durduğumuz bir okyanus. Ve elbette pusulasız, rehbersiz kalındığında bu okyanusun insanı yutan, meçhullere götüren girdapları var. İnsana var oluş hakikatini unutturan, ebediyyetle irtibatını koparan girdaplar. Dahası, rehbersiz insanlık için bilgi, onu canavarlaştıran, güzelim dünyayı cehenneme çeviren bir araç. Atomu keşfetmenin insanlığa neler getirdiğini, bir de üzerine atom bombası atılan Hiroşimalıya sormalı değil miyiz?
 
   Evet bilgi bir okyanus. Ya derinliklerinden göz kamaştıran inciler devşireceğimiz, ya da girdaplarında boğulup gideceğimiz bir okyanus. Bütün mesele şu: Bir rehberimiz var mı ve o rehber kim?
   
   İnsanın bitmek tükenmek bilmeyen ihtirası, her şeyi hoyratça tüketip dengeleri bozduğu gibi, bilgi ve ihtiyaç arasındaki dengeyi de bozmuş bulunuyor. Kütüphaneler dolusu bilgi, ama  "ne ararsan bulunur; derde devadan gayrı" türünden.

   İnsan, saadetine vesile olacak bilgiyi yanlış yerlerde, yanlış usullerle arıyor. Bu şaşkın ve usulsüz arayış da günbegün onu huzura götürecek bilgiden uzaklaştırmakta.
   O, varlıkların sırlarını keşfetti. Atomu parçaladı. Genlerle uğraştı. Bilim tarihi boyunca ölüme çare olacak bilgileri arayıp durdu. Kendisini evrene hakim kılacak ve tanrılaştıracak bilginin peşinde koştu.

   Evet, çağın bilgisi üstün bir teknoloji doğurdu ve bu teknoloji hayatın birçok alanında kolaylık sağladı, ama insanlık halâ mutsuz değil mi? Laboratuarlardaki bilginin insanlığa saadet getirmeye yeterli olmadığını, artık o bilgiyi üretenler de itiraf etmekte. Buna rağmen insanlık, halâ bu bilgiye güvenmekte. Hem de öyle güvenmekte ki, öldükten sonra dirilmeyi aklına sığdıramadığı için ahireti inkâr ederken, bir gün bilimin hayatı sonsuzlaştıracağı na inanıyor. Belki de içindeki ebediyyet hasretini böyle avutuyor. Allah için zor gördüğünü, modern bilim için gayet kolay buluyor. İnsanlığın gerçek kurtarıcıları olan peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatleri de bilim dışı olarak mütalâa ediyor. Böylesine çelişkiler girdabının ortasında bocalamak, insanlık için büyük bir trajedi değil mi?

   Modern bilgi toplumu söyleminin arkasındaki biricik maksat dünya... Bu yüzden insanoğlu bilgiyi de dünyevîleştirdi. Ona göre ahiretten bahseden ve insanı Allah'a çağıran peygamberlerin haberlerine dayalı ilimler artık geçer akçe değil. Dinin tebliğ ettiği hakikatler ile öteleri unutmuş insan aklının savaşında akıl, sahte bir galibiyet yaşıyor.   
Büyüklere Çağdaş Masallar

   Çağdaş bilgi, hayatı yalnızca dünyada yanıp sönen bir kıpırdanış olarak algılatma sevdasında. Bu faniliğe ikna olmayanlar için de reçete hazır: Öldükten sonra da bir bitkide, bir farede, bir böcekte hayat bulma hurafemiz de mevcut. O da mı olmadı? Ruhlarımız olgunlaşıncaya kadar farklı bedenlerde ölüp ölüp dirilecekmişiz. Yani ahiret gerçeği hariç, nabza göre masal! Ahirete zaten inanmayanlar için belki romantik bir teselli bu, ama ya hakikate susamış kalpler için?
 
   Bu masallara inanalarda, aslında Allah'tan, imandan ve ebediyetten kaçan insanın trajik şaşkınlığı okunmakta.
   Kur'an ve Sünnet'ten habersiz, öteleri inkar ederek üretilen bilgi, insanlığın sonsuzluk sevdasını öldürüyor. Hayatın acı sürprizleriyle karşılaşan insana sabrı ve sabrın selâmet olan sonunu asla gösteremiyor. Sabrın bir ibadet olduğunu hangi psikologun kitabında bulabilirsiniz? Oysa Kur'an'da sabredenlerin sonsuz  ecirlere kavuşacağı haberleri vardır. Bu bilgi sayesinde sabrın acısı, inanan insana bal tadında gelir.

   İnsanın psikolojik ve sosyal hayatına rehberlik eden çağdaş kitaplarda, tek bir hikmet kırıntısı bulmak imkansızdır. Onlarda Allah'ın yarattığı insana, Allah'ın öğütlerini zararlı gören bir hava teneffüs edilir. İnsanın Allah ile hatta kendi özü ile bağlantısını koparan psikolojik rehberlik kitapları, insana sadece fani dünya hazlarını sunarak mesut olmanın yollarını bulmayı öğütlüyor.
   
Cemil Mollahanoğlu

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

  Asi Kul  
Ey kalbim;
Geçmişte her ne kadar cefa ve çile çekmiş olsanda, şu anda hürsün, özgürsün. En azından sevin buna. Yaşamaktan haz al biraz ne olur... Neden bu kadar küstün her şeye? Ve neden bukadar küstü her şey sana? Sen üzülünce, sen kırılınca gözlerimde parıldamaz oldu. Gözlerimde ki ışık senin sayende vardı çünkü.
Değermiydi basit şeyler için bu kadar yıpranmaya?
Deydimi söyle, mutlu ve huzurlu olan kendini cehennem alevlerine salmaya?
Siyah gözlerimi ağlatmaya
Deydimi söyle?
Söyle kalbim söyle...
Allahım;
Bana hiç bir faydası olmayan şeyler yüzünden senin bahşettiğin bu kalbi kararttım. Oysa senin için saklamalıydım onu.
Göremedim rabbim...
Bunca nimetin içinde farkedemeden hep sana isyan etmişim. Senin beytin olabilecek şu kalbi neler ve neler için hırpaladım, harap ettim. Şimdi ise af dilemeye yüzüm yok. Ferahlamak için girdiğim suyun bataklık olduğunu anlayamadan yıllarca yüzmüşüm o pislikte. Şimdi boynum eğik, utangaç bir halde hakkım olmadan af kapını çalıyorum. Medet yalnız senden. Yardım yalnız senden. Eğer affetmezsen kime giderim ben?

İçimde ki karanlığı kime şikayet edeyim rabbim?
Bir hiç uğruna berbat ettiğim bu kalbi ne yapayım ben şimdi?
Kim derman olur derdime senden başka?
Ve kim çare bulabilir bu gaflet hastalığına?

Bu zamana kadar hakikati göremeyen gözlerim, aslında seni görmeyi istemiş, seni aramış yarattığın her bir zerrede. Nurunla dolmayı dileyen kalbim, ufak kıvılcım tanelerini gerçek ışık sanıp, kendini yakacağını bilemeden onlara aldanmış. Aşkınla yanması gereken kalbimi nelerle kirletmişim.
Şimdi bu asi kul sana geldi.
Affedermisin rabbim?
Ümidim var.
Affet rabbim.
Bağışla...

Muhammed Acar
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 
Gül Kokan Sevgiliye!..  
Gidiyorsun... Sana tutkun, sana meftûn, sana vurgun bu yürekleri sensizliğin zindanlarına terk ediyorsun. Gidiyorsun... Kalan yine yalnız, yalnızlık oluyor. Yalnızlığın yalınlığında, yanılışların yanlışında kalıyor her şey. Sen gidiyorsun. Yaşananlar kırık dökük, yaşanacaklar sönük; yaşayanlar yorgun, yaşayacak olanlar suskun. Sen gidiyorsun; kalan yine yalnız, yalnızlık oluyor.

Efendim... Gidişinin depremlerine müteakip gelişinin mimarları vardı senin. Bekleyenlerin muradına nâil olduğu geceye muhteşem bir musıki gibi yayıldı sesin. Hani tasvir ettiği gibi şâirin :

'Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden
Ulaşır intizârın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükütu yâr, sevinci dualar kadar derin.'

Sen geldin…Çığlık kokan sedalarımızın tam ortasına kutlu bir vav düştü. Seninle yüreğimize koca bir sevdâ düştü. Sen geldin sevgili…Sinemizi nârın yaktı, içimize nûrun aktı. Artık adını anan nefesimiz beste beste…Sen de dinledin mi? Gelişinle ilâhiler döküldü dudaklardan: 'Talaa'l bedrü aleynâ min seniyyâti'l–Veda.' 'Ay doğdu üzerimize, Veda tepelerinden.' dedi diller. Ve gönüller…Gönüller sıcak bir selâm arz etti sana: Merhaba!

'Merhaba ey andelib-bağ-ı Elest
Aşkın-i ey cümle alem oldu mest.'

Hatırlar mısın efendim?..Bülbüller şeydâlanmaz olmuştu aşk iklimimizde. Güller peydâlanmaz olmuştu gönül bahçemizde. Mazmunlar bile mahzun kalmıştı. Ve sen geldin. Gelişinle güller açıldı bataklıklar içinde. Ve dedi ki şâirler:

'Gül fasl-ı ganimettir, bülbül sana nimettir.
Bil kadr-i dem-i vaslı, güller gibi ol hande.'

Güle öyle âşıktı ki gönüller, Gül uğruna güle güle öldüler. 'Gül Devri'  dendi bu zamana. Ve Asr-ı Saadet, damgasını vurdu dünyaya. Yıllar yılları kovaladı ve şâir haklıydı:

'Zaman o gül gibi gül görmedi zaman olalı
Gülün güzelliği dillere dâsitan olalı.'

Şimdi seninle sensizlik yaşanıyor gönül diyârında. Senin yasını tutuyor dostun da ağyârın da. Nehirleri kurudu şehrin. Şiir gözlü Şirinler için dağları delenler yasını tutuyor senin. Çöllerde Leylâ'yı, aslında Aslı'yı arayanlar artık seni arar oldu. Herkesin hiç kimsesi, aslında herkesin her şeyi iken gittin. Gittin de yokluğunla soluksuz kalan sol yanımızı ateşlere ittin. Yokluğunda gözler doldu, gönüller soldu. Gökyüzüne uzanan ellerin canları yeryüzünün cânânına hasret.

Naatların, kasîdelerin sesi kısık; suratlar hayli asık. Sevgili, zor geliyor ayrılık. Ey Sevgili! Aşkından yananlara yazık. Kız çocuklarının çığlıkları geliyordur kulağına. Ki ecelden değil, sensizlik düşüncesindendir. Divâneyse âşıklar, bîçâreyse mâşuklar ve avâreyse tüm aşklar yokluğunun boşluğundandır sevgili. 'Oku!' diyen kitap okunmaz olduysa ve diller küfür doluysa pervaneler yönünü kaybetmiş demektir, ey nebi!

Gel Sevgili! Gel ki, gül yüzünü görünce gülsün ezilenler. Haksızlıklar, hırsızlıklar, hayâsızlıklar küle dönsün. Dünya seninle güle dönsün. Sen aşkın yarasına yârsın, gül yüzlü! Çaresizlerin melce'i, beş vaktin baş sesi, tekinin yeki, herkesin her şeyisin. Gel!.. Sen gel ki, yeniden kendine gelsin her şey. Ya sürgünlükleri kaldır, yanına aldır; ya da kendine gelsin diye dünya, kendin gel. Sen yeter ki gel. Gel ey!..
 
 
Senem Gezeroğlu


Yeni nesil Windows Live Services'ı ücretsiz edinin. Buraya tıkla!

Windows Live Messenger'ın için ücretsiz güncelleştirme! Buraya tıkla!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: