6 Ağustos 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) "Hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil." cumamız hayırlara vesile olur inşallah baki selamlar dua ile gönül dostlarım





 

 Hayatı nasıl yaşıyoruz ?

 

Biliyorum bu sorunun cevabının kolay olmadığını… Ama yine de soruyorum. "Hayat nedir?" diye, yakın dostlarıma ve arkadaşlarıma.

Kimi "koşturmak, koşuşturmaktır" diyor. Kimi de ilginç, esprili, bildik ve beylik cevaplar veriyor. Cevapların içinden birine takılıyorum.

"Koşturmak…" böyle diyenlerin sayısı az değil.

Ancak, "Koşturmak da, nereye peki, hangi yöne doğru ve nasıl bir kalple, ne gibi bir niyetle?" diye, diğer sorulara geçtiğimizde cevaplar biraz daha zorlaşıyor.

Anlıyorum ki, biz insanlar hazırlıklı değiliz. Ne hayata, ne ölüme, ne hastalığa, ne de musibetlere…

Oysa ki her zaman ve ansızın gelecek bir belâ, sıkıntı, hoşlanılmayan bir şeyler, hedefini bulmuş bir mermi gibi âdeta bize dokunuyor. Felâketler vakitli vakitsiz ard arda gelebiliyor.

Madem öyle, biz de soralım hemen bu koşturma içinde olanlara; "Musibetlere, ölüme ve hayatın gerçeklerine karşı hazırlıklı mıyız?"

Ah vah etmeden, sabırla, inançla karşılamaya var mıyız?

Kıssadan bir hisse hemen:

Yıllar önce, bir nehrin iki yakasına yolcu taşıyarak geçimini sağlayan yaşlı bir kayıkçı varmış. Kayığındaki küreklerden birisine "inanç," diğerine "çalışmak" yazmış. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda güngörmüş kayıkçı:

"Nehri karşıdan karşıya geçmek için her iki küreğe de ihtiyaç var. Çalışmaksızın inanç ve inançsız çalışmak insanı kısır bir döngüye sokar, aynı dairede döndürür durur. Hayat yoluna tek kürekle çıkmak da nehri tek kürekle geçmeye çalışmaktan farksızdır. Hiçbir yere gidemezsiniz" demiş.

İshak b. Muhammed de: "Dünya deniz, ahiret bir sahil, takva gemi, insanlar ise yolcudur" diyor.

Ne mutlu yolcu olduğunu bilenlere. Her şeye değeri kadar kıymet verenlere. Boş işlerden, nâhoş şeylerden yüz çevirenlere…

***

Evet, "Hayatı nasıl yaşıyoruz?" sorusuna bir de Asr-ı Saadet'ten cevap arayalım dilerseniz:

Abdullah b. Ömer anlatıyor:

Resulûllah (asm) omuzumdan tuttu ve: "Sen dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol ve kendini kabir ehlinden bil" buyurdu.

İbni Ömer şöyle diyordu:

"Akşama erdin mi, sabahı bekleme. Sabaha erdin mi, akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sürede hastalık hâlin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap." (Buharî, Rikak, 2; Tirmizî, Zühd, 25)

Şu dünyada insanca ve Müslümanca yaşamak da yoksa, ne kalır ki geriye.

Kim bilir hangi gemi bizi götürecek o diyara. Ansızın bir ses, "hadi" diyecek, "çek şimdi uzaklara."

Nasıl istersek öyle ölemiyoruz. Onu biz seçemiyoruz. Yaşadığımız hayat belirliyor yolun şeklini. Nasıl bir hayat yaşıyorsak öyle ölüyoruz, öyle de dirileceğiz…

En eskisinden en yenisine kadar her insanın en baş meselesi bu. Hayatı nasıl yaşamamız lâzım, hepsi bunun üzerinde durmuş. Şairler, filozoflar hepsi…

Sokrates; "İnsanın nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi, onun değersiz ve dolayısıyla mutsuz bir hayat sürmesiyle eş anlamlıdır" diyor. Ve ihtiyaçların çoğalmasından ürkerek, "En az şeye ihtiyacı olan kişi, Allah'a en yakın olandır" diyordu.

Bunalan ruhlara göz ve gönül penceresinden bir kapı aralayan şair Ziya Osman Saba; "Pencereden bakınca bir araya gelecek, / Karşıki ev, ağaçlar, yaprak çiçek, / Bulutlar, birbirinin peşinde, / Bir ılık sonbahar güneşinde, / Dağ, taş, ova, deniz… / – Ah, hatırlamadan edebilir miyiz? / Şu yerle, şu gökyüzü, / Arasında geçen ömrümüzü!.."

Gönül aynamıza güzellikler taşıyan şairimize rahmet duâsı olsun.

Yıllar geçti, hayat bitti tükendi. Artık ekin vakti de değil ya. Elimizde kalan şu bir avuç an ve gün tohumunu bari toprağa ekelim de, bu bir iki anlık müddetten uzun bir ömür devşirelim.

Yarın yaparım demeyelim. Yarın diye diye nice zamanlar geçti. Ekim zamanı geçmeden çekirdeğimizi toprağa ekelim.

Ne mutlu, yaşadığı ânı, genç olsun ihtiyar olsun ganimet bilip de kalan günlerdeki borcunu ödeyenlere. Hayatı, Allah'ın teklif ettiği gibi yaşayanlara.

Evet, Allah bize yardım ederse, eldeki tohum bire bin verebilir ötede. Derdimiz bu olmalı. Hayat koşuşturmak değildir. Yerinde, durmak ve düşünmektir hayat.

Sonunda madem ki bir gün ecel gelip çenemiz bağlanacak, az ve öz sözle ömür sürelim, çenemizi boş sözle oynatmayalım.

***

Sûretten mânâya geçmeyen, hakikatin yüzünü ve özünü göremiyor, bulamıyor.

Koşmaktan, koşuşturmaktan hayatın yönünü bazen şaşırıyoruz. Durup dinlenmek, düşünüp taşınmak gerekiyor. Ne için koştuğunu bilmeyen bir yarışçının bütün çalışması boşunadır.

Hayatı sanki bir yarıştaymışız gibi yaşıyoruz ve akşam olunca nefis hak etmediği hakkını istiyor. Şimdi de biraz dinlen, eğlen diyerek tembelliğe ve tenperverliğe atıyor insanı.

Hayatın hızına kim yetişmiş ki?..

Nereye yetişmeye çalışıyoruz böyle?..

Yaşadığımız o güzelim baharları, mis kokan sabahları, akasyaları, çiçekleri unutuyoruz. Hayatı yaşamayı erteliyoruz.

Bu çılgınca koşuyu durduran, her ânın, hayat yolundaki her basamağın hakkını veren kazanıyor.

Köksüz gövdesiz bir şey yetişmiyor. Düşüncelerimiz köksüz ve gövdesiz… Aklın inanç meyveleri buruk bir tat veriyor.

Bir şeyler, ama çok önemli şeyler ve o küçümsenmeyecek kadar önemli şeyler bunlar. Kimlikler, renkler, özler, değerler, idealler birbiri ardı sıra kayboluyor bu koşuda.

Rabbimize ve insanlara karşı sorumluluklarımızı bilen bir insan olarak, ne yaptığını bilen bir insan olarak, hayata yeniden dönmek, yeniden yaşamak gerekiyor. "Bilmek" ve "görmek" hayatın her ânında ve her basamağında yeteri kadar ihmal edildi sanırım.

Medyanın herkesi yeterince, hatta fazlasıyla bilgilendirdiği bir dünyada bu bilgiler bir işe yaramıyor, yaralarımızı saramıyor. Belki de bize bildirilenler, asıl bilmemiz gerekenleri bilmememiz içindir. Bu uykudan uyanmak gerekir. "Şeytan uyuyana ninni söylemez" diyordu Ali Suad.

Her şeyden önce Yüce Kitabımız Kur'ân, bize sorumluluklarımızı bildirmektedir. Rabbine ve bütün insanlara karşı sorumluluklarını bilen bir insan, elbette ne yaptığını ve ne yapacağını da bilecektir.

Bütün bu karmaşık işlerin içinde çıkmazların korkutucu belirsizliğinden, İlâhî ışığı izleyip sıyrılabiliyor insan. Formül yakınımızda aslında; Risâle-i Nur'da şöyle geçer:

"Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dar-ı bekada ve cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır." (Onuncu Söz)

….

"İşte ey hayat-ı dünyevîyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyânâtta elbette anladınız. Eğer, mâzi, yani geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hâl-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi—meselâ elli sene sonraki halleri—bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet, şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, imân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir." (On Üçüncü Söz)

….

"Ey nefsim! Deme, 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.' Çünkü, ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peydâ ediyor.

"Hem deme, 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır." (On Dördüncü Söz)

Selim Gündüzalp

Yeni Asya Gazetesi

--------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Bismillahirrahmanirrahim.

Asr"a yemin olsun ki; insanlar husrandadir. Ancak, iman edenler,
salih amel isleyenler ve birbirlerine Hakki ve sabri tavsiye edenler
mustesna! (Asr Suresi)

Ey Rabbimiz bize eslerimizden ve çocuklarimizdan yüzümüzü agartacak nesiller ver. Bizi muttakilere önder olanlardan eyle!

***

Rabbimiz bize dünyada ve ahirette iyilik ver ve bizi atesin azabindan
koru!

***

Rabbimiz günahlarimizi bagisla, unuttuklarimizi ört ve bize iyilerle
beraber ölmeyi nasib et!

***

Rabbimiz bize Rasullerine vadettiklerini ver ve kiyamet günü
kovulanlardan eyleme! Sen sözünden asla caymazsin!

***

Rabimiz biz nefislerimize zulmettik, egre sen bize acimazsan ve bize
merhamer etmezsen hüsrana ugrayanlardan oluruz!

***

Rabbimiz bizi zalimlerden eyleme!

Rabimiz bizimle kavmimizin arasini Hak ile aç, sen fatihlerin en
hayirlisisin!

***

Rabbimiz üstümüze sabir yagdir ve canimizi müslüman olarak al!

Rabbimiz bizi zalimlerin fitnesine düsürme ve rahmetinle kafirlerin
elinden kurtar!

***

Rabbimiz sen gizlediklerimizi de açikladiklarimizida bilirsin.
Yeryüzünde ve gökyüzünde Allaha gizli olan birsey yoktur!

***

Rabbimiz bize kendi katindan bir rahmet ve davamizda zafer ver!

Rabbimiz üzerimize sabir yagdir, ayaklarimizi (davanda) sabit kil,
kafirlere karsi bize yardim et!

***

Rabbimiz sen rahmetinle ve ilminle herseyi kusattin, tevbe ederek
senin yoluna uyanlari bagisla ve onlari cehennem azabindan koru!

***

Rabbimiz onlari ve babalarindan eslerinden ve çocuklarindan salih
olanlari vadettigin Adn cennetine koy, muhakkak sen aziz ve hakimsin!

***

Rabbimiz bizden azabi uzaklastir, biz müminiz!

Rabbimiz bizi ve imanda bizden önce olan kardeslerimizi bagisla, iman
edenlere karsi kalbizmizde en ufak bir kin birakma, Rabbimiz sen
raufsun rahimsin!

***

Rabbimiz sana tevekkül ettik, sana yöneldik ve dönüsümüzde sanadir!

Rabbimiz nurumuzu tamamla ve bizi bagisla, sen her seye kadirsin!

Rabbimiz unuttuklarimizdan ve hatalarimizdan dolayi bizi sorumlu
tutma!

AMİN

Selam ve dua ile. 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------

İyi misiniz?


 Merhaba sevgili okuyucular.
Nasılsınız, iyi misiniz? İnşallah iyisinizdir. İyilikler, güzellikler diliyorum hepinize ...
Ancak herbirinizin bir yığın dert ve şikayetlerinizi duyar gibiyim.
Aslında bu alemde dertsiz insan yok gibidir.
Çünkü "Meydana" düşmüşüz bir kere.
Bu meydan "Alem-i kevn ü fesat"tır. Yani oluşlar ve yıkılışlar, İyilikler ve kötülükler, aydınlıklar ve karanlıklar, ümitler ve korkular, sıkıntılar ve ferahlıklar alemidir.  İki unsurun iç içe olduğu bu alemde, iyiliklerin kötülüklerden tamamen ayrıldığı Cennet beklentisi içinde olamayız.
Fuzulinin dediği gibi, "Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan." Dünya meydanına düşen kaza okuna hedef olmaktan kurtulamaz.
Ama gerçek şu ki, bu alemde iyilikler kötülüklere hep galiptir.
İyilikler çoğunlukta, kötülükler hep azınlıktadır.
Bugün rahat nefes alabiliyor musunuz?
İyisiniz demektir.
Ayaklarınız üstünde durabiliyor musunuz?
Elleriniz işliyor, gözleriniz görüyor, kulaklarınız işitiyor mu?
Siz iyisiniz demektir.
İçtiğiniz çayın, yediğiniz lokmanın tadını alabiliyor musunuz?
Bir çiçeğin ve bir bebeğin tebessümü içinizi ısıtıyor mu?
O halde siz iyisiniz.
Dert mi, onu büyütmeyin yeter. Önemsemeyin, geçer. Derdin üzerine bir "Bu da geçer Ya Hu" süngeri çekin gitsin..
  Sahi bu uğradığınız kaçıncı dert? Ötekiler ne oldu? Geçip gittiyse "Bu da geçer Ya Hu!"     
Derdinizin yüzüne gülün, siz güldükçe o küçülecek,   dönüşüm geçirecektir, değiştirecektir. Düşmanlığın yüzüne güldükçe şakaya dönüşmesi gibi.. Derdinizi çepeçevre kuşatan iyiliklerinizi  sayıp dökün.
Dahası sizden çok büyük dertler içinde kıvrananları anın..
Gözünüz görüyor, ağzınız tad alıyor, kulağınız duyuyorsa,
Ayaklarınız elleriniz noksansız çalışıyor, göğüs kafesinizde kalbiniz bir saat gibi işliyorsa,
Siz iyisiniz.
Aklınız çalışıyor, size yol gösteriyorsa,
Siz gerçekten iyisiniz.
Hadi iyisiniz, iyisiniz.
Küçük beladan feryadı bırakıp tevekkül kılınız.
Çünkü biz biliyoruz ki, "Güzel gören, güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır."
Çünkü inanıyoruz ki,"Fena adama iyisin iyisin desen iyileşmesi, iyi adama da fenasın fenasın desen fenalaşması çok vukubulur."
Sanırım şimdi daha iyisiniz, değil mi?
Dert mi, onu büyütmeyin yeter. Önemsemeyin, geçer. Derdin üzerine bir "Bu da geçer Ya Hu" süngeri çekin gitsin..
  Sahi bu uğradığınız kaçıncı dert? Ötekiler ne oldu? Geçip gittiyse "Bu da geçer Ya Hu!"     
Derdinizin yüzüne gülün, siz güldükçe o küçülecek,   dönüşüm geçirecektir, değiştirecektir. Düşmanlığın yüzüne güldükçe şakaya dönüşmesi gibi.. Derdinizi çepeçevre kuşatan iyiliklerinizi  sayıp dökün.
Dahası sizden çok büyük dertler içinde kıvrananları anın..
Gözünüz görüyor, ağzınız tad alıyor, kulağınız duyuyorsa,
Ayaklarınız elleriniz noksansız çalışıyor, göğüs kafesinizde kalbiniz bir saat gibi işliyorsa,
Siz iyisiniz.
Aklınız çalışıyor, size yol gösteriyorsa,
Siz gerçekten iyisiniz.
Hadi iyisiniz, iyisiniz.
Küçük beladan feryadı bırakıp tevekkül kılınız.
Çünkü biz biliyoruz ki, "Güzel gören, güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır."
Çünkü inanıyoruz ki,"Fena adama iyisin iyisin desen iyileşmesi, iyi adama da fenasın fenasın desen fenalaşması çok vukubulur."
Sanırım şimdi daha iyisiniz, değil mi?
İhsan Atasoy


 

------------------------------------------------------------------------------------------------------ 

Çocuk Yalana Nasıl Alışır

Genç kadın, yeni aldığı kıyafeti komşusuna öyle bir anlatıyordu ki, komşusu meraktan renkten renge girmişti.
"Ya yeter artık anlattığın, getir de bir görelim."
Kadın koşar adım gidip elbiseyi getirdi ve nispet edercesine gösterdi. Komşu hanım, "Eee, vallahi, hani anlattığın kadar var yani..." dedi.
Kim bilir kaçıncı baskıydı. Eve her gelene yeni elbise bir anlatılıyordu ki, görme gitsin! Fiyatı komşulara iki misli söyleniyordu.
"Aman çocuklar, babanız sorarsa sakın ha bu elbiseyi kaça aldığımı söylemeyin. Ona yarısını söyleriz, olur biter" diyordu; çocukları en kötü alışkanlık olan yalana bir anne olarak ittiğinden habersizcesine...
Küçük Ali zaman zaman düşünüyor, öğretmeni "Çocuklar, sakın ola ki yalan söylemeyin. Yalan çok çirkindir. Yalan söyleyeni hiç kimse sevmez. Siz yalan diyebilir, beni aldatabilirsiniz; ama Allah'ı asla aldatamazsınız; Onun melekleri sizi her zaman görmekte, her söylediğinizi yazmakta, her yaptığınızın resmini çekmekte" diyordu.
Peki, annesi bunları bilmiyor muydu?
Ali'nin gözünde annesi yanlış yapmazdı, o halde annesi haklıydı! Çünkü geçen gün de aynı şey olmuştu. Annesi, "Babanıza sakın demeyin" demiş ve kendisi de doğruyu söylememişti.
Ali, aslında çalışkan ve terbiyeli bir çocuktu. Fakat son zamanlarda yaşadıkları onu biraz düşündürüyor, ara sıra da olsa küçük kaçamaklar yapıyordu. Bilhassa başarılı olmadığı derslerini söylemiyor, kırık aldığı zaman ya "İyi aldım" veya "Daha bilmiyorum" diyordu.
Bir gün veli toplantısına Ali'nin annesi de çağrıldı. Ali'nin notlarını düşürdüğü, eskisi kadar derslerinde ciddî olmadığı söylendi. Annesi çok şaşırmıştı ve Ali'nin neden böyle bir davranış içerisine girdiğine bir anlam verememişti. Akşam olunca, aile her zamanki gibi akşam yemeğinde bir araya geldi.
"Ali, biliyorsun, bugün veli toplantısına gittim." dedi.
"Ne var? Gayet normal..."
Annesi, "Evet," dedi, "buraya kadar normal de, senin bize söylediklerinle öğretmenin söyledikleri çelişiyor da... Utanmıyor musun bize yalan söylemeye? Ben seni yalan söylemen için mi okutup emek veriyorum? Okulda size yalan mı öğretiyorlar? Sonra, bu yalanın çıkmayacak mı zannettin? Çekirge bir zıplar, iki zıplar, üçüncüde yakalanır. Bak sen de nasıl yakalandın!"
"Bitti mi?"
"Evet, bitti. Yine bir yalanla mı kendini savunacaksın?"
"Hayır, anne! Ben, yalan söylemeyi, okuldan, arkadaşlarımdan ya da öğretmenimden öğrenmedim; ilk senden öğrendim!"
Bu sözleri duyan genç kadın, ağzındaki lokmayı yutamaz oldu. Deminden beri bütün konuşmaları sessizce dinleyen baba ise, bu konuşmalara bir anlam veremeden gayriihtiyarî hanımına bakakalmıştı.
Ali cesaretini topladı:
"Evet, anne!" dedi. "Yanlış duymadın. Bana yalanı sen öğrettin! Sen değil miydin, bir şey olduğu zaman 'Babanıza söylemeyin' diyen ve olayı farklı anlatan, 'Şunu yaparsanız size şunu alırım' deyip biz yaptığımız zaman boşveren, sözünde hiç durmayıp bizi hep aldatan?.. Ben aslında yalanın çok kötü olduğunu biliyorum. Öğretmenimiz bunu bize uzun uzun anlattı. Ama günlerce düşündüm; 'Kötü bir şey olsa her şeyi en güzel yapan anneler yapmaz' dedim ve senin yaptıkların öğretmenimin anlattıklarından üstün çıktı. Kırık not aldığım zaman sizlere iyi imiş gibi anlattım."
Etrafı büyük bir suskunluk kaplamıştı.
Herkesin ruh dünyasında kasırgalar esmekteydi. En çok da, düşünmeden yaptığı hareket karşısında çocuğuna kötü örnek olan annenin yüreğinde...
Ne yapmıştı, Ali gibi çalışkan ve sorumlu bir çocuğu ta uçuruma kadar nasıl getirmişti?
Anne, neden sonra söze başladı:
"Ali, senden özür diliyorum. Demek ki hiç yanlış yapmaması gereken, yaptığı zaman ise büyük tahripler yapan anneler de hata yaparmış! Düşünmeden yaptıklarım ve söylediklerimle bana güzel bir ders verdin. Bana model olduğumu hatırlattın. Seni tebrik ediyorum."

Esra Nuray Sezer 

-----------------------------------------------------------------------------------------

ENE ÜZERİNE



 

Ene, "ben" demektir. Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nispet edebilmesidir. İnsan, güttüğü koyunlar için 'benim koyunlarım' diyebildiği halde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için 'benim ayaklarım' diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.

Halife, sultanın mülkünde, O'nun namına tasarruf eder. 'Benim malım, benim mülküm' derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin 'benim tüfeğim' yahut 'benim koğuşum' demesi gibidir.

Benlik yerinde kullanması şartıyla büyük bir nimet, büyük bir sermayedir.
Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı'nın namına hareket etmek, O'nun emanetlerini, yine O'nun rızası yolunda kullanmak şartıyla... Hiçbir icraatına şahsî reyini, hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla...


'Nefsini bilen Rabbini bilir' sırrına ermek, 'ben' diyebilmeyi bir anahtar yapıp 'O' diyebilmek şartıyla...

Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah'ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla...

Kendi varlığını düşünürken, 'Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak O'dur.' diyebilmek ve mutlak varlığın ancak O'na mahsus olduğunu bilmek şartıyla...

İlmini ve kuvvetini düşünürken de, 'Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden elbette Kâdirdir.' diyebilmek şartıyla... Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla...

Kâinat, bir yönüyle, 'benlikten' uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez, toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz... Niçin?

Cevap tektir:
"Hiçbirinde benlik olmadığı için."
Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur. Meselâ, şu güneşimiz, "ben" diyebilseydi, belki Allah'ı bilme ve sevmede hayli yol kat edebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir, gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü... Bu ise onun için feci bir hâl olurdu... Şimdi bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor vazifesini...

Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok çok uzaktırlar. Gurur nedir bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha iyi ibadet ederse onu daha çok severler.

Üstad, benlik konusunda şu harika tespiti yapar:
Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû'-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Vâhid-i kiyasî; mukayese unsuru, ölçek demektir.

İnsanoğlu çoğu zaman, sözlerine "ben" diye başlar ve "şunu yaptım, bunu ettim" diye sürdürür konuşmasını. Yaptığı işlere sahip çıkmakla, onları kendi hür iradesiyle tercih ettiğini ve öylece icra sahasına koyduğunu ifade etmiş olur. Hürriyet nimeti olmaksızın, kendisine zorla yaptırılan işlere ise sahip çıkmaz. Onlar hakkında konuşurken, "ben yaptım" demez ve o işlerde bir sorumluluğu olmadığını savunur.

Demek ki, bu ve benzeri işlerde, konuşmalarda iki unsur birlikte iş görürler: Benlik ve hürriyet.

İnsan, benlik ve hürriyet sayesinde kendisine takılan İlâhî hediyeleri kendine nispet edebiliyor; "benim gözüm, benim aklım, benim kalbim" diyebiliyor. Ve bunları dilediği gibi kullanma serbestisine sahip. Ama gözden ırak tutmaması gereken bir gerçek var: Bütün bunlar birer İlâhî emanet. Gerek organlarını ve ruh dünyasını, gerekse, malını, mülkünü ve makamını sadece ve sadece Allah'ın razı olduğu sahalarda kullanmak durumunda.

İnsanoğlu, benlik ve hürriyet sermayesini nasıl kullanacaktır? Bu sorunun cevabında iki şıkla karşı karşıya bulunuruz: Biri doğru, diğeri yanlış.

İnsan kendi ruhuna takılan sıfatları, hisleri, duyguları hür olarak kullanmakla bir takım işler görüyor ve kendisine verilen benlikle de bu işlere sahip çıkıyor. İşte, bu kabiliyetini İlâhî marifet sahasında kullanabilirse, soruya doğru cevap vermiş olur. Bunu nasıl başaracağı Nur Külliyatında çok güzel bir misâlle ortaya konuluyor. Bu misâl bir anahtardır ve bizi çok gerçeklere kavuşturabilir.

"Meselâ: Bir adam Cenâb-ı Hakk'ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: "Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir" diye vehmî bir çizgi çizmekle mes'eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder." (Mesnevî-i Nuriye)

İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında, bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde yaptığını bilir; ama yine de "ben bu taşı kaldırdım" diyerek o işe sahip çıkar. Zira o işi irade eden ve yapan kendisidir; bir başkası değil.

İşte insan, bu kuvvetini vahid-i kıyasî yaparak der ki "Allah da şu üzerinde durduğum dünyayı İlâhî kudretiyle döndürüyor."

İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor. Sonra 'mevhum hattı' bozuyor. Yani, dünyayı döndüren kudretin, onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü düşündüğünde kendi kuvvetinin vehim kadar zayıf olduğunu anlayarak, bütün kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu tasdik ediyor.

Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah'ın varlığının "vacip", insan varlığının ise "mümkin" olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan insanın Hâlık'ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ, iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah'ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Sözler'de benlik için, "rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene" ifadesi kullanılır.

Önce işaretten başlayalım: Bir insan, parmağıyla güneşi işaret edebilir, ama parmakla güneş arasında da hiçbir benzerlik yoktur. Keza, haritadaki bir nokta da bir şehre işaret eder. Ama o noktada söz konusu şehrin ne yollarını, ne binalarını, ne de insanlarını bulabiliriz.

Bize takılan sıfatlar da İlâhî sıfatlara birer işaret... Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.

Numuneye gelince:
İnsanoğlu, meselâ, bir ev yapacağı zaman önce onun planını zihninde kurar ve bunu bir kâğıda döker. İkinci safhada ise irade ve kudretini sarf ederek o plana uygun bir ev koyar ortaya. İşte bütün bunlar birer numunedirler.

Biz bu numuneye bakarak asıl hakkında bir derece fikir sahibi olur ve deriz ki:
Şu kâinat sarayı önce takdir edilmiş ve bu takdire uygun olarak inşa edilmiştir.

Ene, hem işaret hem de numuneleri cami olduğuna göre, ondaki numuneler de işaretler gibi mahlûktur, kişinin kendine hastır ve bunların da İlâhî takdir, irade ve kudretle hiçbir benzerlikleri düşünülemez.

Şimdi şöyle bir düşünelim: İnsanda bu numuneler yaratılmamış olsaydı insanın İlâhî sıfatları tanıması, bilmesi nasıl mümkün olacaktı?

Meselâ, insana irade verilmeseydi ve insan bu iradeye benliğiyle sahip çıkıp onu hür olarak kullanamasaydı Allah'ın irade sıfatını bilebilir miydi?
İnsanın o cüzi kuvveti ve kudreti olmasaydı, Allah'ın Kudret sıfatını ve Kadir ismini bilmesi mümkün olabilir miydi?

Merhamet nedir, gazap nedir bilmeseydi, Allah'ın rahmet ve gazabı olduğunu hayal bile edemezdi. Ayrıca

Alaaddin BAŞAR (Prof. Dr.)

 

 


" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"


   





Anılarınızı istediğiniz herkesle çevrimiçi paylaşın.

Windows Live ile fotoğraflarınızı organize edebilir, düzenleyebilir ve paylaşabilirsiniz.

Anılarınızı istediğiniz herkesle çevrimiçi paylaşın.
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: