25 Haziran 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) "Yâ Rabbi!..sana yaklaştıran, senin rızânı kazanmamıza vesile olacak, başı hayır, ortası hayır, âkıbeti hayır güzellikler ver."hayırlı cumalar Regaip kandilimiz mübarek olsun selam ve dua ile gönül dostlarım


 

Tatlı söz, güler yüz



Aziz ve muhterem Müslümanlar!

Güleryüzlü ve tatlı dilli olmak olgun Müslümanın vasıflanndandır.

Asık suratlı, kırıcı sözlü kişi karşısındakini kendisinden soğutur. Söyleyeceklerini muhataplarına dinletemez. Bu da Müslüman için büyük bir noksanlıktır.

Her Müslüman, dinine hizmet etmekle mükelleftir. İnsanları irşad hizmeti sadece din görevlilerinin işi değildir. Din ve îman hizmeti inhisar altına alınmaz. Her Müslüman bildiği doğrularla irşad ve tebliğde bulunmalıdır.

Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz'in bizzat kendisi gece gündüz demeden tebliğ vazifesini yürütürken, eshâb-ı kiram da îman hakikatlarını yaymak için aynı faaliyet içindeydiler. Yılmadan, usanmadan Allah'ın dinini dilleriyle, mallarıyla neşrediyorlardı. Demek ki her Müslüman yapıcı bir üslûpla müsbet bir şekilde dinine hizmet etmelidir. Ancak kinci ve kaçıncı değil, sevdirici ve müjdeleyici olmalıdır.

Ebedî rehberimiz, "Kolaylaştınnız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!" buyurmaktadır.

Bu prensiplere uygun olarak müsbet îman hizmeti herkesin en birinci vazifesidir. Bu hususta şu âyet-i kerîme mealine kulak verelim:

"Ey Muhammedi Rabbinin yoluna hikmetle, güzel nasihatla çağır! Onlarla en güzel şekilde mücadele et! Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. Doğru yolda olanları da en iyi bilen O'dur."

Bu âyet-i kerîmede zikredilen hikmet, hakikati açıklayan ve şüpheleri gideren kat'î delillerdir. Asnn insanlarının anlayışına göre îman hakikatlannı izah etmektir. Sağlam bilgiler vermektir. Güzel nasihattan maksat da ikna edici konuşma, güzel ve sevdirici sözlerle yapılan nasihattir.

En güzel şekilde mücadeleyse, nezâket kaidelerine uygun kavl-i leyyinle, yumuşak ve tatlı dille yapılan irşaddır.

Sert ve kaba davrananlara karşı da müsbet harekettten ayrılmadan, edep ve terbiye dairesinde tatlı ve samimî münazaradır. Vazifemiz daima müsbet harekettir, menfî değil!

Müslümanın tarifini yapan Resûl-i Ekrem (sav) bir hadîs-i şerifinde, "Müslüman elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir" buyurmuştur. Böyle bir insan herkes tarafından sevilir, güvenilir, hürmet görür. Mürşidlerin sultanı, en büyük rehberimiz, sevgili Peygamberimiz (sav) daima güler yüzlü, tatlı dilli, herkesi ikna edici sözler söylerdi. Tatlı dille güler yüzün sadaka sevabı getireceğini haber vermiştir.

Hz. Câbir (ra) şöyle den "Ben Resulullah'tan (sav) çok tebessüm eden insan görmedim."

Evet, O'nun mübarek, nurlu ve güler yüzünü gören bir zat, "Bu yüzde yalan yok!" demiş; yalnız yüzünü görmekle Müslüman olmuştur.

Aziz mü'minler!

Allah (cc) Fir'avun'a gönderdiği Hz. Musa ve Hz. Harun'a (asm) şu emri vermiştir: "Fir'avun'a gidin! Doğrusu o azmıştır! Ona yumuşak söz söyleyin! Belki Öğüt dinler veya korkar."

Bu âyetlerde yumuşak ve tatlı sözün en katı insanlan bile ıslâh edebileceğini görmekteyiz. "Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır" sözü de meşhurdur.

Şu âyet-i kerîmeyi de can kulağımızla dinleyelim: "Ey Muhammed! Allah'ın rahmet eseri olarak sen onlara karşı yumuşak davrandın! Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi."

Başka bir âyet-i kerîmede de, "İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi! Sen fenalığı en güzel şekilde def et! O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün! Bu ancak sabredenlere Allah vergisidir. Bu ancak o büyük hazzı tadanlara ihsandır."

Muhterem Müslümanlar! Şunu unutmamak lâzımdır ki, fena bir adama "İyisin, iyisin!" denildiğinde iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın, fenasın!" denildiğinde fenalaşması çok vuku bulur. Şuna buna çatmak, kâfir veya münafık damgasını basmak, damarlara dokundurucu konuşmalar yapmak, İslâm'a uygun bir .üslûp değildir, zararlıdır. İslâm'a hizmet, Kur'ân ahkâmım tatlı dille anlatmak ve kendi nefsinde yaşamakla olur. Kötü sözlerden, kırıcı davranışlardan kaçınalım. Güleryüzlü, tatlı dilli olmaya çalışalım. Bizden beklenen budur.

Vazifemiz yara açmak değil, açılmış yaralan sarmaktır. Yıkmak değil, yapmaktır.

Meşhurdun Güleryüzlü sirkeci tatlı dili sayesinde müşterileri toplamış, alâka görmüş. Ekşi yüzlü, sert ifadeli balcı da balım satamamış, müşterileri kaçırmıştır. Neden? Çünkü birinin elinde bal, yüzünde sirke; diğerinin elinde sirke, fakat sureti ve dili bal gibi tatlı... 'Kendimize gelelim! İslâm'ın bal gibi hakikatlarından, îmanın nurlarından, kötü davranışlarımızla insanlan mahrum bırakmayalım! 
Sorularlaİslamiyet
 
 

 
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ey Rabbimiz! Tembellikten, fakirlikten, zilletten, miskinlikten, borçtan, ihtiyarlayıp elden-ayaktan düşmekten, günahtan, zenginliğin şerrinden, hayatın ve ölümün fitnesinden, kabir azabından, ateşin fitnesinden, sana sığınırız.

Ey Rabbimiz! Gafletten, küfürden, fısktan, muhalefet edip düşmanlık çıkarmaktan, başkaları duysun ve görsün diye bir şey yapmaktan sana sığınırız.

Ey Rabbimiz! Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, cüzamdan, alaca hastalığından ve her türlü kötü hastalıklardan, nimetinin zevalinden, afiyetinin değişmesinden, azabının ansızın gelip çatmasından sana sığınırız.

Ey Rabbimiz! Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve icabet edilmeyen duadan sana sığınırız.

Ey Rabbimiz! İşlediğimiz ve işlemediğimiz amellerin şerrinden, bildiğimiz ve bilmediğimiz şeylerin şerrinden sana sığınırız.


Ey Rabbimiz! Enkaz altında kalmaktan, yukarıdan yuvarlanmak ve düşmekten, boğulmaktan, yanmaktan, trafik kazalarından, her türlü kaza ve belalardan, yılan, akrep vb. şeylerle sokulmuş olarak ölmekten, ve ölüm anında şeytanın çarpmasından sana sığınırız.

Ey Rabbimiz! Huyların, amellerin, arzuların kötülerinden, düşmanın galebesinden ve kulların başımıza gelen kötü şeylerden dolayı sevinmesinden sana sığınırız.

Ey Rabbimiz! Üzüntüden, tasadan, cimrilikten, açlıktan, hıyanetten sana sığınırız. Bize kendimizi bulmayı ilham et, bizi nefslerimizin şerlerinden koru.

Ey Rabbimiz! Bizi fitne-i nisadan koru.

Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma, bizi affet, lütfunla kusurlarımızı bağışla, bize merhamet et. Bizim yardımcımız sensin kafir topluluklara karşı bize yardım et.

Ey Rabbimiz! Bizi dini ve dünyevi fitnelerden ve ahir zaman fitnesinden Mesih-i Deccal'ın ve Süfyan'ın fitnesinin şerrinden, dinsizlerin tecavüzünden, münafıkların şerrinden, fasıkların fitnesinden koru.

Ey Rabbimiz! Bizi dalaletten, bid'atlardan, belalardan, kötülüğe sevk eden nefsin şerrinden koru. Bizi bir an olsun nefsimizle baş başa bırakma.

Ey Rabbimiz! Bizi kabir azabından, kıyamet günü azabından, cehennem azabından ve kahrının azabından koru.

Ey Rabbimiz! Bizi gösterişten, başkaları duysun ve görsün diye ibadet etmekten, ameline güvenmekten ve övünmekten koru.
Ey Rabbimiz! Bizi ana-babamızı iman ve Kur'an hizmetinde çalışan bütün kardeşlerimizi, eşlerimizi, çocuklarımızı, mümin dostlarımızı, akrabalarımızı, ecdadımızı ve ahirete intikal eden bütün mü'min ve müslümanları cehennem azabından koru. Affına sığınıyoruz. Bizi her türlü şer, fitne ve azaptan kurtar! Fazlınla ikram eyle .Bütün günahlarımızı bağışla. Ayıplarımız setreyle.

Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulmettik, sana isyan ettik, eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan dünyada da ahirette de kaybedenlerden oluruz. Bizi hüsrana uğrayanlardan eyleme. Şeytanın kalbimize girip saptırmasına fırsat verme.

Ey Rabbimiz! Bizi İslam'dan ve Kur'andan ayırma. Bizi daima sırat-ı müstakimde tut. İslâm nurunu söndürmek isteyenlere fırsat verme. Bizim yüzümüzden insanları helak etme. AMİN ve sallalahu ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve ashabihi ecmain Velhamdulillahi Rabbil alemin..Selam ve Duâ İle..




 

--------------------------------------------------------------------------------------------

Vakit Geçmeden Güneş Batmadan

İnsan idrâki, hayatın med-cezirleri, yani yokuş ve inişleri içinde, "yaşama sevinci" ile "ölümde ürperiş" gibi iki müthiş zıdlığın arasında bir ömür boyu çalkalanır durur. Dâimî bir akış içinde olan hayat ile ölümün hakîkî mânâları idrâk edilmeden, yaratılışın sır ve hikmeti ile insanın gerçek mâhiyeti de lâyıkıyla kavranamaz. Kâinâtın küçük bir kopyası olan vücûdumuzda her ân kaç bin hücre doğuyor ve ölüyor. Sanki o, tıpkı kâinât gibi; bir tarafıyla doğumevi, bir tarafıyla mezarlık… İşte fânî olan bu hayat sahnesinde gerçekleşen nefsânî başarılar, deniz kenarında oynayan çocukların, gelecek bir dalga ile yok olmaya mahkûm, kumdan yapılmış evleri ve oyuncakları kabîlindendir.

Dünyaya geliş ve dünyadan gidiş manzarasına, gönül gözü ile bakılırsa hayat, sonsuz elemler, ızdırap verici hâller, renkli hülyâlar ve boş hevâlarla doludur. Bastığımız kaldırımın üzerinden kim bilir nice nesiller geçti ve bugün onlar neredeler?!.. Yalnız gaflet gömleğini yırtarak dünyanın gerçek çehresini gören büyük ruhlar için "hayat bir imtihan, ölüm ise bir şeb-i arus, yani vuslat"tır. İnsanın yaratılış sebebi ise, Rabbine kulluk, O'nun bilinmesi ve kötülüğü emreden nefsin kontrol altına alınmasıdır ki, ölüm, ruhumuzda korkunçluğunu terk etsin ve güzelleşsin.

İnsan; bir kendisine, bir de etrafına alıcı ve anlayıcı gözlerle bakınca derhal fark eder ki; dünya denilen bu imtihan dershânesindeki kudret akışları ve ilâhî sanat karşısında âhiretin imkânsızlığından bahsetmek, gülünç ve abes olur. Görebilen kalpler için bu âlem, sayısız hârikalarla doludur.

Selîm bir akıl sahibi düşünmez mi ki, kâinâtta her şey; bir tek çekirdeğin patlamasından bahar şenliğine, doğumlardan ölümlere ve mikro âlemden makro âleme, zerrelerden kürelere kadar lâyıkıyla kavranması imkânsız dehşetli bir nizam ve intizam ile takdir edilmiş bir âhenk içinde devam edip gider. Peki, bu kusursuz âhengin ve sarsılmaz nizamın sanatkârı ve hâlıkı kimdir? Başlı başına kâinât da, onun ufak bir modeli olan en küçük parçası da; insan idrâkini âciz bırakan bir mükemmellik, hikmet ve ibret manzûmesi değil midir?

Bu ihtişam içerisinde ölüm bilmecesi, öteden beri peygamberlerle irşâd olunmalarına rağmen, beşeriyeti meşgul eden en ciddi ve hayatî bir mesele olmuştur. Zaman zaman korkunç iz'aç halkalarıyla zehirli bir yılan gibi zihinlerde çöreklenen bu mesele, ölenlerin mor dudaklarında düğümlenmiş ve derin sükûtların sırrında gizlenmiştir. Herkesi hayat mevzuunda ateşli bir girdab hâlinde saran ölüm, istisnâsız bütün başlara çökecek en çetin bir istikbal musîbetidir. Bu yüzden onun sırrını çözmek, ancak peygamberlerin irşadları, yani vahyin rehberliği ile mümkündür.

Bütün semâvî dinlerin ittifakla haber verdiği "âhiret"i, bilhassa Kur'ân-ı Kerîm, aklî, hissî ve ahlâkî nice delilleriyle tafsîlâtlı bir şekilde izah etmiştir. Cenâb-ı Hak, dünya hayatında varlık sahnesine çıkışımızın hikmetini, Mülk sûresinin 2. âyetinde şöyle beyân eder:

"O, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölüm ve hayatı yaratmıştır."

Dünyâ aldatıcı bir serap, âhiret ise ölümsüz bir hayattır. Ölüm, kişinin husûsî kıyâmetidir. Kıyâmetimizden evvel uyanalım ki, nedâmete uğrayanlardan olmayalım.

Ölümün ürkütücü ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz. Ölüm karşısında bütün fânî güçler sona erer ve erir. Kabristanların öğüt vermekte olan sessiz feryatları karşısında, hassas gönüllerden gelen akisler, ancak gözyaşları ve kuru hıçkırıklardır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

"Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir." (er-Rahman, 26)

"Her can, ölümü tadacaktır." (el-Enbiyâ, 35)

Öyleyse herkesin kapısını bir gün mutlaka çalacak olan ölüm, idrâk sahibi bütün varlıkların çözmeye mecbûr bulunduğu dehşetli bir muammâdır. Mevlânâ Hazretleri bu muammânın mâhiyetini şöyle ifâde etmektedir:

"Mezar ihyâ etmek; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman îcâb eder ki, onun için Allâh'ın yüce varlığı önünde kendi ham nefsinin iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir."


İnsanoğlu bu fânî âlemde, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, âhiretteki hayata kıyasla kısacık bir müddetten ibârettir. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki:

"(Onlar) kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar." (Nâziât, 46)
Peygamber Efendimiz de dünya hayatının müddet, kıymet ve büyüklüğü hakkında şöyle bir kıyasta bulunmuştur:

"İnsan, parmağını deryaya batırıp çıkardığında, onda ne kadar su kalmışsa, dünya hayatı da âhirete göre o kadardır."

İşte sonsuzluk üzerinde bir sabun köpüğünden farksız bu kısa hayat içinde, ölümün, insanoğlunu, ne zaman ve nerede yakalayacağı derin bir meçhûldür. Zîra ölüm için bir sıra ve nöbet olmadığı gibi, herhangi bir sebep ve bahane de şart değildir. Her doğan canlı, o ân, ölüme hazır bir namzeddir. Âdeta her insan, ölecek yaştadır. Ondan kaçıp kurtulacak ne bir zaman, ne de bir mekân vardır. İnsanın ölüm karşısındaki çâresizliği âyet-i kerîmede şöyle tasvir edilmektedir:

"Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır!.. Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!.." (Nisâ, 78)

Ölüm, bu kadar yakın ve herkes için muhakkak vâkî olacak bir hakîkat iken insanoğlunun, sanki bu dünyada ebedî kalacakmış gibi beyhûde meşgalelerle ömür sermâyesini tüketmesi ne acâyip bir hâldir?!. İnsanların bu gafletlerini Süfyân-ı Sevrî -kuddîse sirruh- şöyle bir misâlle ifâde etmektedir:

"Eğer bir yere toplanmış bir kalabalığa tellâl:

"–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyen ayağa kalksın!" diye ilân etse, bir tek kişi ayağa kalkmaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakîkate rağmen, bütün halka:

"–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise, ayağa kalksın!" diye ilân edilse, yine bir tek kişi yerinden kalkamaz!..."

İnsan, hiç düşünmez mi ki; ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?

Mevlânâ Hazretleri de, ölümün eşiğinde yaşayan, buna rağmen günlerini; hem dünyâ ve hem de âhirette fayda vermeyecek boş işlerle hebâ eden insana şöyle seslenmektedir:

"Kendine gel ey yolcu! Kendine gel! Akşam oldu; ömür güneşi batmak üzere...

Gücün kuvvetin varken; şu iki günceğizde olsun cömertlikte bulun, iyi işler yap...

Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son sene­lerini iyi ek, iyi harca da; şu iki nefeslik şu fânî dünyadan sonsuz bir cennet ömrü elde edesin... Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da, fitilini düzelt, çabucak yağını koy, yani hayr u hasenât yaparak son günlerini amel-i sâlih ve ibadetle geçir, gönül kandilini uyandır.

Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tövbe ve istiğfar ile işe başla ki, ekin mevsimi, iyilik günleri büs­bütün geçmesin.

Öğüdümü dinle, nefis güçlü bir bağdır. Bizi iyilikten alıkoyar. Hak yolunda sana engel olur. Yenileşmek, kendini tamir etmek istiyorsan, eskiyi çıkar at; bedene ait isteklerden vazgeç; rûhânî zevkleri, mânevî he­yecan ve lezzetleri ara.

Dedikodulardan, mânâsız söz ve gevezelikten dilini tut. Paran varsa, onları yoksullara vermek için avucunu aç. Nefsin hodgâmlığından vazgeç, cömertlik ve diğergâmlığı ortaya koy."

Mâdem ki, her fânînin meçhûl bir zaman ve mekânda Azrâil'le karşılaşacağı muhakkaktır ve ölümden kaçılacak hiçbir yer yoktur; o hâlde insan:

"(Vakit kaybetmeden) Allâh'a koşun…" (Zâriyât, 50) sırrından nasib alarak rahmet-i ilâhiyyeyi yegâne sığınak edinmelidir.

* * *

Ölümler, sessiz ve kelimesiz derslerdir ki, duygulu, hassas insanlara en selâhiyetli ağızlardan daha mükemmel ibret, âkıbet ve hakîkati sergiler. Ölümün bilinen bir dili yoktur. Lâkin o, derin bir sükûta ne korkunç mânâlar gömmüştür. Her mezar taşı, ölüm dili ve sükûtu ile konuşan ateşli bir öğütçüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

"Size iki nasihatçi bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasihatçi ölüm, konuşan ise Kur'ân-ı Kerîm'dir."

Kabristanlar, fânî hayatlarını tüketen ana-baba, çoluk-çocuk, hısım-akraba, dost ve arkadaş adresleri doludur.

Dünya hayatı; ister sarayda, ister saman üzerinde yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecbûrî çıkış noktası kabirdir. Târih şâhiddir ki, bu toprak, zengin-fakir, köle-sultan, yaşlı-genç bütün insanların önce meskeni, sonra da kabri olmuştur. Yûnus Emre bu hakikati ne güzel terennüm eder:

Yalancı dünyâya konup göçenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Kiminin başında biter ağaçlar,

Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,

Söylemeden kalmış tatlı dilleri,
Gelin duâdan unutman bunları,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Kimisi dördünde kimi beşinde,

Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı kimi yedi yaşında,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Yûnus der ki gör takdîrin işleri,

Dökülmüştür kirpikleri kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri başka beyitlerinde de insanı, dünya kuyusuna düşen Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-'a benzetmektedir:
"Ey Hak âşıkı! Sen güzellik Yûsuf'usun. Bu dünya da bir kuyu gibi­dir. Allâh'ın takdirine şikâyet etmeden boyun eğmek, sabretmek ise seni kuyudan çıkaracak, kurtaracak iptir.


Ey dünya kuyusuna düşmüş olan Yûsuf! İp uzandı, onu iki elinle sı­kıca tut. İpten gafil olma ve yakalamışken bırakma; çünkü ömür tükendi, akşam oldu."

İnsan ne tuhaftır ki, bir-iki günlük misafir olarak bulunduğu bu dünyada kendini aldatır. Her gün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybetmesi her ân muhtemel olan fânî emânetlerin dâimî sahibi sanır. Hâlbuki insan, ruhuna cesed giydirilerek bir kapıdan dünyaya dâhil edildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekânına girmiştir de, bunu hiç hatırına getirmez. Bir gün gelir, ruh cesedden soyundurulur. Âhiret kapısı olan kabirde diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır.

Düşünülmelidir ki, ne dünyâda ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır.

Fâtır Sûresi'nde, Cehenneme atılan günahkârların Cenâb-ı Hakk'a şöyle yalvardıkları tasvir edilir:

"Onlar orada, «Rabbimiz!.. Bizi çıkar, (tekrar dünyaya gönder de daha önceleri) yaptığımızın yerine sâlih ameller işleyelim!..» diye feryâd ederler. (Onlara denir ki:) Size aklını başına alabilecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı (peygamberler) de gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın azabı! Zâlimlerin yardımcısı yoktur." (Fâtır, 37)

Âyet-i kerîmede iki husûsa dikkat çekilmiştir:

Birincisi, insanın hayat ve ölümün hakîkati üzerinde düşünecek kadar bir vakti olup olmadığına;

İkincisi de, kendilerini, âhiretten haberdâr ederek uyaran peygamberlerin gelip gelmediğine!..

Bu iki suâl karşısında kâfir ve günahkârların ortak cevâbı, nedâmet dolu acı bir itiraftan ibâret olmuştur. Ancak artık iş işten geçmiştir.

Mevlânâ hazretleri dünyanın gerçek yüzünü şöyle ifâde eder:

"Bu dünya hayatı, rüyâda define bulmaya benzer. Sabah kalkınca ne define kalır, ne de başka şey!.. Ölümle daldığı uykudan uyanmış bulunan insanoğlu da hakikat ile rüyayı birbirinden ayırır ama nâfile!.. Elde bir şey kalmamıştır…"

Mesnevî'de, bu dünyaya dalanların boş hayal ve hülyâlarla, paha biçilemez ömürlerini nasıl heder ettikleri de şöyle tasvir edilmektedir:
"Dünyâya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı."

Aslında bir gölgeden ibâret olan dünyayı hedef almak ve gölgeleri aslî zannetmek, insanın, bütün gayret ve himmetini zıll-ı zevâl denilen, yani kaybolmaya mahkûm gölgeler üzerinde yoğunlaştırması, akıl ve iz'ân kârı mıdır?!. İşte bu hâl, gölgeleri avlamakla kendini avutan gâfil avcıya benzemek demektir ki, insanın eline nedâmet ve hüsrandan başka bir şey geçmez.

En büyük nedâmet sebeplerinin başında "zaman"ın boşa harcanması gelir. Ölümü bilen, fânî dünya lezzetlerine, yolculuğunu bilen de dünya misafirhânesindeki fânî oyuncaklara aldanmaz! Çünkü eşyâ, ondan ayrılmayacak bir sûrette dünya misafirhânesine âittir. Bütün fânî nîmetler, bir kişide toplansa ve o, huzur ve saadet içinde bin yıl yaşasa ne fayda!... Sonunda gideceği yer, bu kara toprağın altı, bu yağız yerin bir çukuru değil midir?

Yâ Rabbi!..

Bizi, fânî "vakitlerimiz tükenmeden", "ömür güneşimiz batmadan" intibaha gelenlerden eyle ki, dünyaya dalıp da kendisini bir bardak suda helâk edenlerin pişmanlık dolu âkıbetlerine düşmeyelim!..
Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim! Hayatımızı ve ölümümüzü sâlih kullarına lutfettiğin bereket, nîmet, ulvî güzellikler ve sana vuslat ile müzeyyen ve mükerrem kıl!..

Âmin.

Osman Nuri TOPBAŞ

 

 


 ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yangınlarımız

 

YANGINLAR VAR ki, ormanlar yakar; gücümüz yetmez ki hemen söndürelim. Yangınlar var ki, ciğerimizi yakar; bilmeyiz, nedendir, niyedir. Bildiğimizi sandığımız eksikliklerimizi düşünürken doldurduğumuz ömür sayfalarının hangi satırında kalem sahip olduğumuz emanetlerin vurgusuna yeterli ünlem vurabilmiştir. Adımladığımız yolların dili olsa da savurduğumuz düşünceleri toplayıp bize gösterebilse, aciz ruhumuz nerelerde gezinmede bilirdik bir nebze.

Yalnızlık adı verdiğimiz bir dağ yamacında yaprakları savrulan ağacın. Gerçekte yalnızlığı var mıdır? Kendini rüzgarıyla okşayan gök, tutan toprak, yaprakları dahi muhabbetteyken, nasıl bir yalnızlıktır?

Dışarımız ağır geldiğinde, uzak geldiğinde içerimizde bir yerlerde kaybolma isteği nedendir? Gideceğin yolu bilmez isen, içerisi bile çok karmaşık, çıkmaz sokaklarla dolu, içerisi de ağır bazen... Acı, kendini acımakla karışıyor bazen. Farkettirmeden bir bakmışsınız gözyaşlarınız kendine acıma gölü oluşturmuş içerinizde bir yerlerde. Nefsin en ağır tuzaklarından biridir işte bu göl. Boşa 'büyük savaş' denilmemiş. O zalim nefis gibi, bize verilmiş lutuflar da var çok şükür. Şükrümüzü güneş yapıp o gölü kurutma yolunu gözler içimizde kabul görmüş dualar. Ah o dualar olmasa neylerdik bilmirem. Aczimizin tek tutanağı...

Yeniyetme ağaçları rüzgarda, karda kışta, susuzlukta eğilmesin diye direklerle, iplerle desteklerler, sağlamca toprağa bağlarlar. Ruhumuzun yeniyetme sevgilerini, yeniyetme hedeflerini, yeniyetme ağaççıklarını da sağlama almak gerekmekte. O mekanda en sağlam bağ Rab rızasıdır inşaallah.. "Sevdim Yaradan rızası için" diyebilmek ne güzeldir. O'na bağlanan ağaççıklar nasıl yeşermesin ki...Ama o bağ ağırdır, çok ağırdır, kelama sığmayacak kadar geniştir.. Bazen yürek dar gelir, genişletilir. Hangi güzellik kolay gerçekleşmiştir ki? Ol diyenin oldurmasıdır kolay olan bir tek. Acizliğimizde düğüm düğüm kaybolurken, neyi çözebiliriz ki? Yaksak kendimizi, dumanımızda buram buram hangi koku tüter? Gerçekten hangi koku? Sevgi mi, aşk mı; kime peki? Neyi yakıt ettik ömrümüze? Yanmadığımızı mı sanıyoruz, ömrümüzce... Oysa yaşadıkça yanıyoruz; bir gün son küllerimiz de toprağa verilecek.. Şimdi ne koktuysa yürekler, o zamanda o kokacak toprağımız. O kokuyla bekleyeceğiz zamanımızın gelmesini. Söyleyin, dayanabilecek bir kokuda mıyız?

Gözyaşları sel olsa, ne kadar temizler yürüdüğümüz sokakları? Ya sözlerimizle kirbit çakıp yaktığımız yüreklerin yangınlarını? Yürüyoruz diye yürümeyi öğrenmiş miyiz gerçekten? Bakmak var, göz penceresinin yamacında; bir de görmek var perdeler arkasında. Kime, neden, niçin; hangimiz gerçekte bilmekte? Kaç gece avuçlarımıza alıp baktık yüreğimize, içini neyle doldurmuşuz diye... İki kalp atışı arasına sığan isim kimindir? Oraya ne kadar sığdırdıysak o kadar kaplamaz mı varlığımızı, aciziyetimizi, bakan gözümüzü, yaralarımızı, yangınlarımızı...

Senindir ey Rab, senindir ne var ise!. Nasib et, temiz sunayım, rızanda sunayım...

Özlem Uluğ

 

 

 


" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"

 

 

 









 





Windows Live™ ile e-posta kutunuzdaki işlevlerin çok ötesine geçin. Diğer Windows Live™ özelliklerine göz atın.

Teker teker mi, yoksa hepsi birden mi? Arkadaşlarınızla ilgili güncel bilgileri tek bir yerden edinin.

Windows Live™ Photos ile fotoğraflarınızı kolayca paylaşımı. Sürükle bırak
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: