4 Haziran 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) hadis-i şerifte vardır ki, "bir tek adam seninle imana gelse, sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır."...hayırlı cumalar gönül dostlarım baki selam ve dua ile fiemanillah


 

 

 

İbadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, diğeri menfi.

Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.

Evet, ibadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hafız Ahmed isminde bir zâtın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: "Onu tebrik et. Herbir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor." Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.

 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 



"Çok yoğun" babaların en büyük mazereti "Az görsem de çocuklarımı yine de yeterince ilgileniyorum onlarla zaten arkadaş gibiyim" sözüdür. Babanın görevi çocuğuna arkadaş gibi olmak değil çocuğunu çevresi ile arkadaşlık kurabilecek kabiliyetleri geliştirmektir. Çocuklar babalarını baba gibi hissettikleri zaman rahatlar arkadaş gibi değil. Babanın varlığı çocuk için sekine kaynağıdır huzur ve güven atmosferinin soluklandığı anlardır.


Çok değil bundan bir iki nesil önceki baba profili ile bugünkü babalar arasındaki farkı siz de hissediyorsunuz değil mi? Dünkü babalar ile bugünkü babalar arasındaki fark siyah ile beyaz arasındaki fark kadar dikkat çekiyor… Biri "klasik" baba diğeri "modern (!)" baba… Biri "baba gibi baba" diğeri "arkadaş gibi baba"… Biri evde "otorite" temsilcisi diğeri "eşitlik" yanlısı… Biri "ben senin ölene kadar babanım" babası diğeri "hayatını kurtar da başka bir şey istemiyorum" babası…
Düşünsenize bir iki nesil önceki babaları yürüyüşleri bile heybetli idi değil mi? Ve o heybetin ardındaki muhabbet ne de yakışıyordu bir erkeğe. Resmiyetteki muhabbetleri ne kadar da serinlik veriyordu herkese.
Hatırlar mısınız siz de eskiler çok defa ceplerinde şekerlemeler taşır yanlarına gelen çocukların saçlarını okşayarak şekerler dağıtırlardı… Ben çok iyi hatırlıyorum. Örneğin bizim cami ile evimizin arasındaki yolda rastladığım her bir amcadan şeker alırdım ve o şekerler bana camiye kadar sevinçle yolculuk yaptırırdı. Cami avlusunun ayrı bir muhabbeti vardı… Dilleri tatlı gönülleri sıcacık eski babalar peygamber kıssaları anlatır çocuklar can kulağı ile dinlerlerdi…
Ya da siz de hatırlar mısınız; parklarda yaşlılar oturur kendi aralarında (hâlâ daha ne konuştuklarını bilemediğim) tatlı bir muhabbetin demini yudumlarlardı. Uzaklardan koşarak yanlarına gelen çocukların ceplerine (nereden çıkartırlar ceplerinden hâlâ bilmem) kayısı ve iğdeleri doldururlardı…
Hatırlıyorum da babam (Allah mekânını cennet etsin) çok çalışırdı ama yokluğunu hiç hissettirmezdi… "Anne babam nerede?" diye bir soruyu sorduğumu hatırlamam.
Yaşam sosyaldi… Baba işe gittiğinde komşu amca vardı baba gibi sıcak ve serin… Ya da mahallenin hocası vardı herkese güven veren samimiyeti ile… Eş dost çoktu babanın rolü sosyal yaşam içinde yokluğunu asla hissettirmiyordu… Sokakta yanlış bir davranış içine girince karşıdan tebessümle size bakan mahalle bakkalı vardı; "Hayırdır?" diyerek…
Şimdilerde ise ne ev ile cami arasında şeker dağıtan amcalar ne cami avlusunda peygamber kıssası anlatan hocalar ne de parklarda taze iğde dalını koklayarak çocukların cebine koyan yetişkinler ne de "Hayırdır?" diye seslenen mahalle bakkalları var ortada.
Sadece sosyal hayatta kaybetmedik bu amcaları dedeleri hocaları mahalle bakkallarını aile içinde de komediye dönüştü "erkek"lerin rolleri…
Hangi baba ile oturup sohbet etsem "Ah hocam hiç sormayın öyle yoğun öyle yoğun geçiyor ki günler çocuklar yattıktan sonra eve gidiyor sabah onlar kalkmadan evden çıkıyorum…" diye iç çekiyor çoğunluğu…
Ya anneler "Baş edemiyorum beceremiyorum hem kendime hem de çocuklara yazık ediyorum. Tek başıma kalakaldım çocuklarla." feryatları yabancı değildir sanırım sizlerin de kulaklarına.
Belki gündelik hayatın telaşı babaları hem annelerden hem de çocuklardan ayırdı diyeceğim ama diyemiyorum… Dünkü babaların da vardı yaşama telaşı ama vakit aralarında cami avlusunda anlatacak kıssaları da vardı.

Peki artık neredeler?
Babalar çok meşgul... Hem de öylesine meşgul ki

 çocukları ile meşgul olamayacak kadar önemli işlerle meşgul.
Bunca meşguliyet arasında tek çözüm "Az ama öz göreceksin çocuğunu. Arkadaş gibi olacaksın hatta dar vakitte gazete okurken bile konuşabileceksin çocuğunla" bahanesi... Arada bir gezmeye götürüp (aslında kendini) gezdirip vicdanını rahatlatacaksın. Çocuk dönüp

"Baba hiç benimle vakit geçirmiyorsun sıkılıyorum sen yokken"

dediğinde gayet rahat bir vicdanla

"Eee kızım/oğlum daha iki hafta önce gittik ya parka

 her zaman her zaman gidemeyiz ki! Bir sürü yapılacak iş var"

diyeceksin.
Yok öyle babalık!.. Hiç kimse alınmasın gücenmesin ama öyle babalık yok. İki hafta önceki parka gittiği dakikaları çocuğuna hatırlatan bir baba gelecekten korkmalı hem de çok korkmalı. Mademki sen çocuğunla iki haftada bir parka gidecek kadar dakikaları dolu dolu bir babasın o halde hazırlıklı olman gerek ki yarın seni huzurevinde iki haftada bir elinde bir buket çiçekle (birkaç dakikalığına) ziyaretine gelen çocuğuna sitem etmeyesin.

 Hatta ziyaret süresi biterken

"Kızım/oğlum benimle hiç vakit geçirmiyorsunuz burada sıkılıyorum tek başıma"

diye sitem ettiğinizde

 

"Yani baba âlemsin sen de... Daha iki hafta önce buradaydık.

 Her zaman her zaman gelemeyiz ki bizim de yapacak bir sürü işimiz var ama!"

 cevabına gücenmemelisin.


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 

 

Namazda Aşkla Salınırken 

 

Her hu'da, her hayy deyişimde sanki bir saba rüzgarı alır götürür beni yüceler yücesinin sevgisine, sevgililerine. Bir nur iner göklerin derinliklerinden, kainat titrer, yeryüzü coşar, kalbimdeki ateşler yanar. Kıvılcımlar saçılır gözlerimden. Ömrümü verdim sana kabul buyur açılan ellerimi. Yak diye emredilen emre itaat ettir ve bir an dahi unutturma. Verilmiş bir söz, atılmış bir adımım olmalıydı, inlediğim, inlettiğim aşkımı salıverdiğim esen rüzgara geeeel geeeeel diye aylarca inledim. Durmadım bir an ne olur al yanına, unutma beni unutturma beni dedim senelerce inledim. Canımı al yeter ki ayırma beni senden ne olur ne olur tattığım bu sevda tatlılığını, verdiğin feyzini, duyunca ismini yaşaran gözlerimi, yanan kalbimi bir an dahi ayırma bu biçareyi senden. Bahara, kışa, geceye, gündüze inat coştukça coştur, koştukça koştur ve sana getir her adımımı, sana olsun tüm sevgilerim.

 

Nurunu ayırma, mahşer de bile ardından kapından ayaklarının dibinden ayırma bu biçareyi. Saklasam verdiğin emanetini, saklasam gözyaşlarımı da toplayıp versem o günde avuçlarına. Dokunsam ve ağlasam…

 

Baka baka aşka dalsam, kimse olmasa kimse gelmese yalnız sen ve ben. Ahhhhhhh sen ve ben demek ne kadar da mutluluk vericidir bana. Ne kadar da sevinç verici. Tüm ağlayışım, sevincim, gülmem, ağlamam sen sen diye olsa. Açtığımda avuçlarımı verdiğin feyzini hissetsem avuçlarımda.

 

Sana doğru giden kervana alsan beni, sen de gel kalma buralarda, seni de götüreyim desen bir kere olsun. Yansam o anda şükretsem geceler boyu. Ruhum sana mecnundur efendim, gönle fermanım geçmez. Sen sen diyerek inlerken gecelerde huuu nameleri inletir bedenimi. Gölgem, huzurum, sustuğum, ağladığım, anlattığım, yandığım sensin.

 

Yaralı gönlümde var mı ki senden gayrı yar. Varsa eğer al kalbimi, al emanetini. Sanadır aldığım nefes, sanadır attığım adım, sanadır yürüdüğüm yollar. Bir dert verdin ki bana Mecnun kıskandı Leyla unutuldu. Eğdikçe eğdim başımı emret emret ya sahibel kulub. Düşünce aşkının boşluğuna yandı cümle âlem, sen vardın her zeminde.

 

 "Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir?

 
Bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra" der hakka aşık veli dost Mevlanamız. Hangi cana canı feda ederiz ki sevgilimiz olmasa, olmasa gecemiz kime niyaz ederiz ki.
 
Tum ilim kapılarını ve kalbin gizlediği seyr-i alem kapısını aç ne olursun. Geleceklere seni anlattım hazırlanın diye. Gölgeler de sana yandım, adını mahşere kadar saklarım dedim, adın mahşer yanana kadar aşktır aşk. Aşk nedir bilir misin aşk susmaktır kimine göre, kimine göre de yanıp kül olmaktır, kimine göre çatlayana kadar koşmaktır. Her adımım sana her sustuğum sana, her yanışım sana, sabret ve bekle sana geliyorum sA…
 
Seccademiz kumlar, seccade emanettir. Emanetimiz kalbimdedir. EYVALLAH


 

 

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

İnsafla Bakabilseler… Doğuran ve Doğurulanlar İlah Olamaz…



 

 

Yıllar önce, Almanya'da bir dostumu ziyaret etmiştim. Kendisi doktora yapmak üzere bu ülkeye gelmişti. Kendisinden birbiriyle yakından ilgili iki önemli haber almıştım:

Birincisi; doktora yaptığı üniversitede yapılan bir ankette, öğrencilerin yüzde doksanının ateist oldukları sonucunun çıkması. Dostum bu acı haberi verirken bir noktanın da altını önemle çizmişti:  Bu gençler, tahrif edilmiş İncil ile ve kilisede verilen dinî bilgilerle  tatmin olamadıkları için dinden kopuyorlar. Şu var ki, bunlar ne din düşmanı oluyorlar; ne de vatan haini. Sadece, kendi ifadeleriyle "metafizik konulara ilgi duymadan" yaşıyor, dünyaya olasıya dalıyor, sefahat bataklığında bocalıyor, iman boşluklarını eğlence ile, içki ile ve daha kötüsü uyuşturucu ile kapatmaya çalıyorlar.

Dostumun verdiği ikinci haber hem ilginç hem de ümit vericiydi: "Papazlar arasında tevhit inancı hızla yayılıyor."Demek oluyor ki, üç ilah safsatası artık papazları da tatmin etmiyor. Bu tatminsizlik gençlik bazında çok daha büyük bir orana varıyor ve onları düşünmeden yaşamaya, adeta, mecbur ediyor.

Ne var ki, düşünmeden yaşamak asla bir çözüm değil. Düşünmemek ne ihtiyarlığı engelliyor, ne ölümü, ne de ölüm ötesi ebediyet yolculuğunu. Bu gençler kendilerine uzanacak bir yardım elini hasretle bekliyorlar. Bu el,  onları öncelikle üç ilah safsatasından kurtarıp tevhit inancına kavuşturacak, onlara  hayatın gayesini öğretecek, ölümle başlayan ebedî yolculuğun güzergâhını gösterecek ve ileride iki kola ayrılan bu yolculukta akıbetlerinin "saadet" olması için neler yapmaları gerektiğini  ders verecektir.

Tevhidin, en veciz ve en kuvvetli dersi ihlas Suresindedir.

"De ki, O Allah bir tektir.

Allah Sameddir (hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtır).

Doğurmadı ve doğurulmadı.

Ona bir denk ve benzer de olmadı."

Alimlerimiz surede geçen "Doğurmadı ve doğurulmadı." hükmünü tefsir ederken "doğuran ve doğurulanlar, eşi ve benzeri olanlar ilah olamazlar" şeklinde bir işarî manaya dikkat çekerler.  

Hz. Meryem'in de Hz. İsa'nın da  ilah olamayacakları bu ayetle bütün Hıristiyan alemine en güzel şekilde ders verilmiştir. 

Nur Külliyatından Lemaât adlı eserde, İhlas Suresinin özlü bir tefsiri yapılır.Lem yelid  (doğurmadı) için şöyle bir açıklama getirilir:

"Yani, tağayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet, ne Hâlık'tır, ne Kayyum'dur, ne ilâh… "Bu sureyle, hem Hz. İsa ve Hz. Üzeyr'in, hem melaikelerin, hem de ukul-u aşere inancının kökünün kesildiği belirtilir.

Kur'an-ı Kerimde bildirildiği gibi, Yahudiler Üzeyr peygambere, Hıristiyanlar da İsa aleyhisselama "Allah'ın oğlu."  demekle şirke ve küfre düşmüşlerdir. Yine bir kısım müşrikler de meleklere "Allah'ın kızları" demişlerdir. Öte yandan bazı felsefeciler ukul-u aşere (on akıl) tezini ortaya atmışlar, Allah'ın önce akl-ı evveli (birici aklı) yarattığını, daha sonra bu aklın ikinci aklı (akl-ı saniyi), onun da üçüncü aklı (akl-ı salisi),…. yarattığını, onuncu aklın da bu âlemi idare ettiğini iddia etmişlerdir. Nur Müellifi bu inancın da "lemyelid" hükmüne zıt olduğunu ifade etmiş, insan aklından doğan bu hurafelerden de Cenab-ı Hakkın münezzeh olduğunu ifade etmiştir.

Yine Lemaât'ta, "Ve lem yuled" (doğurulmadı) ibaresi hakkında da şu açıklama getirilir:

"Yani, ya müddeten hadis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldın münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah."

Burada "doğurma"  ifadesi çok geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Hz. Meryem ve Hz. İsa gibi biri doğan diğeri doğuran iki varlığa ilahlık isnat edildiği taktirde, bu yanlış telakki burada kalmaz, bütün varlık alemine dal budak salar: Buluttan doğan yağmur, denizden doğan balık, ağaçtan doğan meyve, topraktan doğan ağaç, güneşten ayrılan gezegenler, koyunun doğurduğu kuzu, elementlerden doğan cisimler, gıdalardan doğan hücreler …

Örnekleri artırabiliriz.

Doğanlar ve doğuranlar ilah olsalardı, bütün bu varlıkların da ilah olmaları gerekirdi. O taktirde etrafımızda kaynaşan bütün varlıklar hep ilah olurlardı. Hepsi ilah olunca da ortada mahluk kalmazdı. Bunların hepsi "maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl"dırlar. Yani bu maddi varlıklar yine maddi olan varlıklardan doğmuşlar, o asıllardan ayrılmış, çoğalmışlardır.

Bütün bu varlıklar, aynı zamanda "müddeten hadis"tirler. Yani, zaman itibariyle sonradan ortaya çıkmışlardır. Dünyaya gelmelerinden bir müddet önce yoklukta idiler. Onları yokluktan varlığa kim getirdi ise İlah ancak O'dur; bu doğuran ve doğurulanlar değil. 

Ağaç ve meyve örneğini ele alalım: Ağaçtan doğan meyve ilah olamayacağı gibi, onu doğuran ağaç, o ağacı doğuran toprak, yeryüzünü doğuran güneş de ilah olamazlar. Her doğan, bir sonrakine göre de "doğuran" oluyor. Bunların hepsi mahlukturlar, hepsi acizdirler. Hepsi doğup doğurma kanununun mahkûmudurlar. Onların tümünün Hâlık'ı, bu kanunun Hâkim'idir.

Batı gençliğinin dikkat ve insafla değerlendirmeleri gereken çok önemli bir ayet-i kerime de şudur:

"Meryem oğlu Mesîh sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi dürüst ve inançlı bir kadındır. İkisi de yiyip içen birer insandı. Bak, ayetleri onlara nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl saptırılıyorlar." Mâide Suresi, 75

Bütün peygamberler, âlemlerin Rabbi olan Allah'ı, bu âlemlerden süzülmüş en mükemmel meyve olan insanoğluna tanıtmak üzere gönderilmişlerdir. Bunlardan birisi de Hz. İsa'dır.

Ayet-i kerimede bu hatırlatma yapıldıktan sonra, Hz. Meryem'in de, Hz. İsa'nın da yemek yediklerine vurgu yapılır. Her ikisi de bu âlem tezgahında dokunan gıdalarla beslenmektedirler. 

Bu hatırlatmada, o günün Hıristiyan'larına büyük bir ders veriliyordu: Onların her ikisi de gıdaya muhtaç idiler, muhtaç olan ise İlah olamazdı. Yine her ikisi de kâinatın mahsullerini yiyorlardı. Kâinata muhtaç olan bu kişilerin "kâinatın yaratıcısı" olmaları nasıl düşünülebilirdi?!..

Öte yandan, kâinat onlardan önce de vardı. Ve yine onlardan önce de resuller gelmişti.

Bu peygamberleri kim göndermişti?

Onlara indirilen kitaplar ve suhuflar kimindi?

O dönemlerin âlemlerini kim yaratmıştı?

O devirlerin insanlarını, hayvanlarını, bitkilerini yaratan kimdi?

Her halde Hz. Meryem ve oğlu İsa (as.) değillerdi. Maziye nüfuz edemeyen bu iki seçkin kulun istikbal hakkında da hiçbir tasarrufları olamazdı.  Ayetlerde  verilen önemli bir mesaj da Hz. Meryem'in "sıddıka" olduğu, yani doğruluktan ayrılmayan, sıddıkiyet makamında tertemiz ve üstün bir insan olduğudur. Kur'an-ı Kerimde sırat-ı müstakimde gidenler tarif edilirken, sırayla, peygamberler, sıddıklar, şüheda ve salihler zikredilirler. Peygamberlerden sonra en üstün insanlar sıddıklardır. İşte Hz. Meryem de doğruluk ve sadakat ehli olan bu seçkin zevat içinde yer almış müstesna bir hanımdır.

Hz.  Meryem'e iftira atan Yahudilere karşı Kur'an-ı Kerim onun gerçek mahiyetini böylece ortaya koymuş ve müdafaasında bulunmuştur. Bu ise Kur'an'ın Allah kelamı olduğunun apayrı bir delilidir. Aksi düşünülemez. Zira Peygamber Efendimize (asm.) karşı çıkan iki ehl-i kitap grubundan birisi diğerinin aleyhinde çalışırken ve iftiralar atarken, Kur'an-ı Kerim o iftira edilenin müdafaasını üslenmekle, hem Hz. Meryem'i ve Hz. İsa'yı layık oldukları makamlara oturtmuş, hem de Peygamber Efendimizin (asm) risaletini bütün Hıristiyan âlemine şöylece göstermiştir:

"Sizin rakibiniz sizi müdafaa ediyor. Siz ona karşı çıkarken o size yapılan hücumlara karşı koyuyor. O, Allah'ın elçisi olmasa hiç böyle yapar mıydı? Düşmanlarının birbirlerine karşı çıkmalarından memnun olması, bu hücumları desteklemesi gerekmez miydi?"

Öte yandan, aynı mana, Allah Kelamında farklı biçimlerde defalarca nazara verilmektedir. Miraçtan ilahi bir hediye olarak gelen ayetler de  (Bakara Suresinin son iki ayeti) bu noktada çok önemlidir.

Bu ayetlerde Allah resulünün kendisine indirilenlerin tümüne iman ettiği, bütün müminlerin de bu yolda gittikleri nazara verilir.

"Onların (müminlerin) hepsi Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'Biz Allah'ın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, mağfiretini niyaz ederiz. Bizi bağışla. Son varışımız ancak sanadır.  dediler.' " Bakara Suresi, 285

Bilindiği gibi iman tecezzi kabul etmez. Yani imanın altı rüknü bir bütündür, birine bile inanmamak insanı küfre götürür.İman tecezzi kabul etmeyeceği gibi, rükünleri de tecezzi kabul etmezler. Yani, peygamberlerden, yahut kitaplardan birisine bile iman etmeyen kimse mümin olamaz. Bu hükümler, bir hikmet ve ibret tablosu olarak bütün insanlık aleminin önünde bulunuyor. Bir Hıristiyan'ın bu tabloyu iyi değerlendirip şöyle düşünmesi gerekmiyor mu?

"Ben İslâm dinine karşı çıkıyorum. Ama İslam dininde benim peygamberime inanmayan bir kişi mümin olamıyor. Bu din İlahi olmasa, böyle bir hükme nasıl yer verir?"

Bugün batı dünyası bu  değerlendirmeyi insafla yapamıyorsa, daha önce de belirttiğim gibi, dinlerinin kendilerini tatmin etmemesinin bir sonucu olarak, din konusunda "düşünmeden yaşama" yoluna girdiklerindendir. Onların dikkatini çekmenin bir tek yolu vardır. O da İslam'ın güzelliklerini hayatıyla sergileyen örnek Müslümanların çoğalması.

"Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler."  (Tarihçe-i Hayat)

Biz, hepimiz, bütün bir İslam dünyası  bir  yönüyle teşvik, bir yönüyle de tehdit unsuru taşıyan bu ifadelere kulak vermeli, örnek bir Müslüman olmaya çalışmalı ve İslam'ın tevhit inancını muhtaç ruhlara böylece ulaştırmalıyız.

Bunu yapmadığımız takdirde sorumluluğumuzun çok büyük olacağı açıktır. Çünkü, sergilediğimiz kötü örnekler nice muhtaçları hidayet kapısından geri çevirecektir.

Alaaddin Başar
 
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 
Çetin Yolların, Metin Yolcuları..

"Korkma! Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönmek bilmeyiz yürürüz." (M. Akif Ersoy)

Yolcu yolunda gerek..

Sırat-ı müstakim olsa dahi yolun, yürümezsen seni bir yere götürmez!
Meskenetin çukurunda kalakalırsın,
Bir arpa boyu dahi yol alamazsın…
Çetin yolların, metin yolcuları olur; yol yolcusuz kalmaz.

Her yürüyüşün bir makamı vardır.
Sen, doğru makamda yürümezsen başka yiğitler yürür.

"İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini Allah'a satar." (Bakara: 20 )

Donan, donanamaz;
Donmadan, donan!

Düzgün hamleler yap; emin bir zemin üzerinde yürü; devingen ve direngen ol. Âtıl kalma; âtıl kalan, bâtıl olur. Yolda duran yoldan çıkar; çıkarları yol edinir…

Fecir yakındır, yakinin varsa.

Letafet ve metanetle yürürsen perde perde karanlıklar yırtılır; altın saçlı sabahlar tüllenir ufkun yaslı yanaklarında…

Herkes yüreği nispetince yürür.

Zaman, yürekleri test etme zamanıdır.

Yola revan ol, yokuşları aşmaya azmet.

Yılmadan, yorulmadan zirvelere geril.


Yolun, yönün belli, yar için terk-i diyar eden yiğitleri anımsa. Bunu önemse; meşakkatler şevkini kırmasın.

Yalpalamadan yürü! Yürüyüş şanlı bir duruştur, duruluştur, doğruluştur.
Yürüyen büyür; büyüleri bozar,
Zengin dünyalara açılır,
Engin ufuklara varır.

"… Yollarımızı onlara açarız..." (Ankebut/63)

"... Rabbinden gelen nurla yoluna devam eder. (Zümer/22)

İlahi lutfa mazhar ol! Zafer, seferin meşakkatlerini göğüsleyenlerindir. Bu yolda mağlubiyet dahi galibiyettir.

Dik dur, yolun dik/enlerine aldırma; mukavemet et, kutlu seferin neferisin.

Yola koyul!

Yürüyen varır, var olur, varlığına anlam kazandırır…

Ve'l akıbetu li'l muttakiyn!...


Nesip Hiçyılmaz
" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"
 





Teker teker mi, yoksa hepsi birden mi? Arkadaşlarınızla ilgili güncel bilgileri tek bir yerden edinin.

Windows Live™ ile e-posta kutunuzdaki işlevlerin çok ötesine geçin. Diğer Windows Live™ özelliklerine göz atın.

Windows Live tüm arkadaşlarınızla tek bir yerden iletişim kurmanıza yardımcı olur.
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: