5 Şubat 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) “Hayâ imandandır!” Bu Hatırlatma, ancak akıl sahibi olan, düşünen ve bütün kalbi ile kulak veren insanlaradır...hayırlı cumalar gönül dostlarım selam ve dua ile







 

Neden "Hayâ İmandandır"?



 


GEREK BUHÂRÎ'DE, gerek Müslim'de yer alan ve altı en muteber hadis kitabının beşinde yer alan bir hadisinde, "Hayâ imandandır" buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Yine her iki Sahîh'te olan ve Kütüb-ü Sitte'nin tamamında bulunan bir başka hadisi ise "Hayâ imandan bir şubedir" şeklindedir. Yine Hz. Peygamber'in buyurduğu üzere, "Hayânın hepsi hayırdır" ve "Hayâ ancak hayır kazandırır."

Peki, hayâ ile iman arasındaki bu içiçeliğin sebebi nedir? Hayâ, yani utanma duygusu neden 'imandan'dır ve neden 'imanın bir şubesi'dir?

Bu sorulara cevap vermek için, herhalde şu iki sorunun izini sürmek gerekiyor: İnsan nasıl hayâ duyar? Yahut, hangi durumlarda daha hayâlı davranır?

Kendi hayatlarımız dahilinde tecrübe ettiğimiz üzere, hayâyı, yani utanma duygusunu en yoğun biçimde yaşadığımız haller, 'görüldüğümüzü' ve 'izlendiğimizi' bildiğimiz hallerdir. Yalnız kaldığımızda yapabildiğimiz çok şeyi, birisi tarafından izlendiğimizi biliyor isek, yapamayız. Ki bu hal, fıtraten kerih, insana sevdirilmemiş olan bazı şeyleri uluorta yapmaktan bizi alıkoyduğu gibi, günahtan da alıkoyar. Kişi, hayâsı ölçüsünde açıkça günah işlemekten sakınır ve hayâsızlığı ölçüsünde aleni günah işler. 'Bizi tanıyan birinin bizi o halde görmesi' endişesiyle gelen psikolojik utanç, çoğu kez, nefsin günaha davetine rağmen, bizi günahtan alıkoyar. Ancak, yine bu yüzden, tanındığı ortamlarda utanılası fiillerden uzak duran insanlar tanınmadığı ortamlarda günaha daha rahat düşebilirler. Ki, işte bundan dolayı, yanında bir tanıdığı olmadan tek başına yolculuktan insanı sakındıran, böyle bir durumda şeytanın insana yol arkadaşı olacağını bildiren hadisler vardır. Yine bu bâbdaki hadislere binaen, refakatinde bir başka mü'minin olduğu halde yolculuk, sünnet-i seniyyedendir.

Hayânın, günahtan sakınma noktasında, başka insanların olduğu durumlar ile yalnız başına kaldığımız durumlar arasında nasıl bir fark husule getirdiğini, kendi hayat tecrübemizle biliyoruz açıkçası. Peki, insan, yalnız iken, yanında başka bir insan yokken gerçekten yalnız mıdır?

Hayır. Yanında bir insan yokken de yalnız değildir insan. O'nun Semi', Basîr, Latîf, Habîr, Alîm bir Rabbi vardır. O'nun Rabbi, Semi', yani işitendir. Basîr, yani görendir. Latîf'tir, her yere nüfuz eder; Habîr'dir, herşeyden haberdardır; Alîm'dir, herşeyi bilir. Sem', basar ve kudret, yani görmek, bilmek ve işitmek, O'nun sıfatları arasındadır. Hem, Semîu'l-Basîr ve Alîmu'l-Habîr olan Rabbimizin, her işe müekkel melekleri olduğu gibi, insanın fillerini kaydeden melâikesi vardır.

Yani, insan her an Rabbinin huzurundadır ve melekler her an yanıbaşındadır. Allahu Teâlâ ve vazifeli melekleri insanla her an beraberdir.

İnsan, bu gerçeği kavradığı ölçüde, 'yalnız' iken de yalnız olmadığını bilir; ve, bu gerçek aklında kaldığı müddetçe, insanların yanında işlemeye utandığı günahtan yalnız iken de sakınır. Zira, bilir ki, etrafında insanlar yoksa dahi, kendisi Semî ve Basîr olan Rabbinin huzurundadır ve melekler yanıbaşındadır.

Böyle bakarsak, hayâ imandandır ve imandan bir şubedir gerçekten. Zira, hayâ duygusunun varlığı ve inkişafı, Allah'ı Basîr (herşeyi gören), Semi' (herşeyi işiten), Alîm (herşeyi bilen), Latîf (herşeye nüfuz eden), Habîr (herşeyden haberdar olan) gibi isimleriyle tanıyıp bilmeye, her an böyle bir Rabbin huzurunda olduğundan gaflet etmemeye, yani iman-ı Billaha ve iman-ı Billah içindeki marifetullaha; keza, melâikeye imana bakmaktadır.

Fıtratımıza konulmuş hayâ duygusu Semi' ve Basîr olan Allah'a ve meleklerine imandaki terakki sayesinde gelişmekte; hayâ duygusunun gelişmesiyle de insan takvâ zırhıyla donanıp pek çok günahtan ve pek çok çirkin halden sakınıp korunarak, Rabbinin hoşnut olup meleklerin takdir edeceği salih ameller işlemeye yönelmektedir.

Kısacası, hayâ sahibi olmak ve hele hayâda zirveye ulaşmak ne basit bir iştir, ne de kolay ve sıradan bir iş. Hayâ, imandandır ve imandaki terakki sayesinde hayâ duygusunda bir gelişme yaşanmaktadır. Ve, meselâ Hz. Osman, böylesi bir hayâ haline eriştiği içindir ki, ashabın Allah için giriştiği savaşlarda iz bırakan büyük bir kahramanlığı görülmese dahi, sahabilerin en üstünleri arasında yer almış, imandan bir şube olan hayâsıyla, sahabiler arasında sivrilip Hz. Ebubekir ve Ömer'den sonra üçüncü sıraya yükselmiştir.

Hz. Osman'ın bir zirvesi olduğu hayâ hali, günaha çağıran binbir kapıyla yüzyüze gelen şu zamanın biz mü'minleri için de bir kurtuluş reçetesi sunuyor olsa gerek. Bizler de, Allah'ı Basîr (Herşeyi Gören), Semi' (Herşeyi İşiten), Habîr (Herşeyden Haberdar Olan), Alîm (Herşeyi Bilen) gibi isim ve sıfatlarıyla tanır ve de bu isimlerden gafil olmaz isek, ayrıca hayatımızın her anında meleklerin bize yoldaş ve arkadaş olduğunu unutmaz isek, nefis ve şeytanın bizi günaha sevketmesi ne kolay, hatta ne de mümkün olacaktr.

Metin Karabaşoğlu

 
 

 
Sözün amelindendir


 

BELKİ BÜTÜN ZAMANLARIN özelliğiydi, bilmiyoruz. Ama birşeyden eminiz; yaşadığımız zamanın bir özelliği bu: sözü amelinden saymamak.

Bu zamanın insanları, sözü çoğaltıyor. Konuştukları arasında üstüne farz olmayan nice konu olduğu gibi, ondan da önemlisi, konuştukları arasında üstüne haram olan konular var. O öyle dedi, bu şöyle yapmış, bunun böyle yaptığını söylediler, berikinden şöyle duydum diyor insanlar. '-mış'lardan '-dır' üretiliyor, söylentiden 'gerçek' türetiliyor. Niyet okuyor insanlar; "Ben öyle zannediyorsam öyledir" diye biliyor ve o yüzden akıllarına gelen herşeyi diyebiliyorlar.

Böyle diye diye, dostluklar yıkılıyor, kardeşlikler aşınıyor. Güven bunalımı yaşıyor insanlar; kimileri kimseye güvenemiyor, güvenenler ise güvendiği dağlara yağan karları hayretle seyrediyor.

Gelin görün ki, bu yüzden bozulan bir beraberliğin, yıkılan bir dostluğun, biten bir evliliğin, dağılan bir ortaklığın sorumluları, kendilerine savunmakta hiç mi hiç zorluk çekmiyorlar: "Ben birşey yapmadım ki!"

'Yapmak,' yani 'amel etmek,' yani bir eylemde, bir fiilde bulunmak insanın eliyle, ayağıyla yaptığı şeye işaret ediyor ise eğer; doğru, yaptıkları birşey yok. Karşıdakine ne yumruk salladılar, ne uygun yerine tekmeyi vurup kapı dışarı ettiler. Ne elleri birşey yaptı, ne ayakları.

Ama 'yapmak' denilen şeyin içine dudakların kıpırtısı, 'dil'in kıvrılışı, ses tellerinin titreyişi de giriyorsa eğer, o kadar çok şey yaptılar, o kadar ağır fiiller işlediler, öylesine yıkıcı bir şiddet uyguladılar ki!...

Ses telleri titredi, dilleri kıvrıldı, dudakları kıpırdadı ve ağızlarından 'söz' denilen şey çıktı. Birbiri ardısıra birleşip 'cümle' haline gelen kelimeler çıktı.

Ki çıkan bu kelimelerin bir kısmı 'geldikleri gibi gidiyor'du. Kulaklardan girmişti bu sözler; 'dinlemek' denilen bir 'eylem' ve bir 'amel' sonucu içimize girmişlerdi: şöyle olmuş, böyle diyorlar, filan şöyle söylüyor.

Bir kısmı da, 'kendi üretimimiz'di: sanırım öyle, öyle zannediyorum, muhakkak şundan dolayıdır...

Sözün kısası, şu zamanda, yapılan haksızlıkların, uygulanan şiddetin, sergilenen zulmün asıl büyük kısmı, ellerden ve ayaklardan gelmiyor. Evet, bir düğmeye basıp binlerce insanı öldürecek kadar zalimler de var aramızda; ve bu hepimize zalimlik olarak gözüküyor. Ama, bir sözü ağzından çıkarıp binlerce insanı manen öldürecek kadar zalimler hem çok daha fazla, hem de yaptıkları zalimlik olarak görülmüyor.

Nice diller var ki, bir makineli tüfekten daha seri atışlar yapıyor.

Nice ağızlar var ki, bir atom bombasından daha etkili radyoaktif serpintiler bırakıyor.

Bu raddeye varmamış ağızlar bile tekin değil. Bu ağızlarda bile, kuytularda bir yerde, ilk fırsatta söylenmek üzere birçok söylenti, pek çok zan, bir miktar iftira yedekte bekletiliyor.

Çıkarları dün birlikteliği gerektiren siyasîlerin, işadamlarının, gazetecilerin çıkar çatışmasına düştüklerinde ortalığa saçılan sözlerine bakın. 'Dünya tatlısı' bir dile sahip 'şeker gibi adam'ların, çıkarına veya damarına dokunulduğunda dilinde ve tadında gerçekleşen müthiş değişime bakın. Elleri birşey yapmıyor gerçi. Ama dilleri, bir makineli tüfekten daha zalimce yaylım ateşine tutuyor karşısındakini; ve yine ağızları, bir atom bombasından daha vahşi bir şekilde, geride hiçbir hatıra ve hiçbir yâdigâr bırakmadan bir birlikteliği mutlak surette öldürüyor.

Bana en ağır geleni, 'canının istediği'nden başka ölçüsü olmayan ve elinde bu dünyadan başkası bulunmayan 'tek-hayatlı' dünyevîlerin dilleriyle yapıp ettikleri değil.

Evet, o da ağır geliyor bana. Ama bana en ağır geleni bu değil.

Bana en ağır geleni, 'rıza-yı ilâhî' diye bir esastan haberdar olan ve bu dünyanın 'konulur göçülür bir han' ve bir 'dâr-ı imtihan' olduğunu bilen uhrevîlerin, yani dindarların, yani mütedeyyin insanların da bu girdaba girmesi.

En ağırın da ağırı ise, mütedeyyin insanlar içinde, önder, yol gösterici, mürşid, nokta-i istinad, örnek, nümune-i imtisal konumunda olan gruplar ve kişiler arasında dahi bu duruma rastlanabilmesi.

İnandığın Rab, "Zandan sakının. Zannın çoğu, büyük günahtır!" diyor; sen zannet ve zannettiğine göre hükmet!

İnandığın Rab, "Tecessüs etme!" diyor; sen özel hayatları dikizle ve dikizlediğin kadarıyla hükmedip, mü'min kardeşin hakkında söylenti üret!

İnandığın Rab, "Gıybet etme!" diyor; sen gıybeti 'ölü kardeşinin etini yeme' zorluğunda ve kerihliğinde değil, 'fındık fıstık yeme' kolaylığında ve lezzetinde gerçekleştir!

İnandığın Rab, "İftira atma!" diyor ve atıp da dört adil şahitle isbatını yapamadığın her iftira için seksen sopa yemene hükmediyor; sen bu dünyada bu şartlarda sopa yemeyecek olmanın rahatlığıyla ve öte dünyada yiyeceğin sopaları asla akla getirmeden "çamur at, izi kalsın!" vahşiliğine giriş!

Üç kuruşluk para, iki kuruşluk makam, bir kuruşluk hürmet, beş para etmez bir şöhret için kimi mü'minlerin kimi mü'minler için söyledikleri sözler; kimi mü'minlerin kimi mü'minler ettiği yaydığı söylentiler, ettiği iftiralar, sarfettiği '-mış, -mış'lar, hükmettiği '-dır, -dır'lar gözüme, kulağıma, gönlümü iliştikçe, içim sıkılıyor, ruhum daralıyor, yüreğim yaralanıyor.

Hem de ne beter bir sıkılma, ne beter bir daralma, ne beter bir yaralanma!

'Güzel ahlâk'a dair o kadar onca hadisi hatırlayın.

"Ahlâk dinin kabıdır" hadisini ise unutmayın.

Ve dikkat edin: Kabımız kırılmasın. Kalblerimiz de.

Ben bunun sırrını ve yolunu, eşkiyâlıktan geçip evliyalığa ermiş bir büyük insandan; "İman edenler için o zaman gelmedi mi ki, Allah'ın zikrine ve hak olarak indirilen Kur'ân'a karşı kalbleri yumuşasın" (Hadîd, 16) âyeti yüreğine iner inmez eşkiyalığı ve her türlü kötü ahlâkı bırakıp evliyalığa terfi eden bir nümune-i imtisalden; Fudayl b. İyaz'dan öğrendim.

İşin sırrı şu: "Sözünü amelinden bil."


Metin Karabaşoğlu
 
 
 

 
Ey dipdiri ölü!..


 

"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."

Necip Fazıl

Allah, ölüm anımızı gizli tutmuş ki her zaman ibadet edelim; ölüm bizi ibadet ederken yakalasın. Her şey ölüp ölüp dirilmektedir. Sonbaharda ölen ağaçlar, ilkbaharda aynen dirilir.

Aynı yapraklar, aynı meyveler, aynı dallar yine yeryüzüne çıkar. Nasıl ki bir elma ağacı sonbaharda ölüp kuru kemik gibi dalları kalıyorsa ve ilkbaharda aynen diriliyorsa, Müslümanlar da İslamiyet'i yaşarken ölür, İslamiyet'i yaşayarak dirilir... Bu şuna benzer; diyelim ki İstanbul'daki bir askerin, Kars'a tayini çıkıyor. Asker, kışlaya girer girmez, askerliğine kaldığı yerden devam eder. İnsan da nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir.

Nasıl yaşadığımız çok önemli. Dört çeşit hayat şekli vardır: Ot gibi yaşamak; yani suya sabuna dokunmamak, koyun gibi yaşamak; yani canının istediğini yapmak, Müslüman'ca yaşamak; yani nefsimize değil, İslam'a tabi olmak, Müslüman olup da Müslüman gibi yaşamamak; yani teyp gibi yaşamak. Teypler sabaha kadar Kur'an okur, amma hiçbir teyp cennete gidemez.

Herkes yerini tayin etsin!..

Hayat denilen ağacın en güzel meyvesi cennettir. Bu ağaç meyve vermiyorsa, ha yaşanmış ha yaşanmamış ne fark eder?

Müslüman, hesap verme şuuruyla yaşamalıdır. Her şirket, devlete hesap vermek zorundadır. Bunun için muhasebe, defter tutar. Müfettiş teftişe geldiği zaman ilk söyleyeceği şey "defterler gelsin!" Ahirette de durum hemen hemen aynıdır...

Kainattaki nizamı açıkça görüyoruz. Güneş, hiçbir zaman geç doğmuyor. Mesaisinden erken ayrılıp, istediği zaman batmıyor. Yeryüzü durmadan çalışıyor. En ufak bir yavaşlama, bir kaza olmuyor. Yıldızlar birbirleriyle çarpışmıyor. Güneş sisteminde en ufak bir hata yok... Kainat nizamında en ufak bir aksilik yok!..

Bu nizamı kuran ve devam ettiren Allah'tır.

Allah'ın nizamını örnek almak, "Adetullah'tır". Peygamberimiz'in hayatına dikkat etmek Sünnetullah'tır. Böylece rehberlerimiz de belli oldu.

Mehmed Akif, "Ey dipdiri meyyid!" diyor... Ey dipdiri ölü... Uyanık amma uyuyor...

Bir insan "bir şeyler yapmalıyım" diyorsa, ibadetlerine hız versin!..


Hekimoğlu İsmail
 
 
 
 
Tövbenizi tehir etmeyin!..


 

Soru: Can boğazdan geçmedikçe tövbe kabul olur, diyorlar. Böylece bize ümit veriyorlar. Siz nasıl bakıyorsunuz, bu can boğazdan çıkmadıkça tövbenin kabul olma olayına. Gerçekten de son nefesimizi vermek üzere iken dahi tövbemiz kabul olur mu? Geç kalmış sayılmaz mıyız? Tövbenin böyle son ana kadar tehir edilmesinde tehlike söz konusu olmaz mı?

Cevap: Bu soru, hayata sondan bakışı ifade ediyor. Halbuki biz tövbe gibi ciddi bir konuyu hayatın sonunda değil de başında düşünmeli, tüm fırsatları kaçırdıktan sonrakilerin çaresizliklerine göre değil de henüz fırsatları kaçırmayanların görevlerine göre davranışlarımızı düzenlemeliyiz.

Bu sebeple insan, hayatının başında hata ve kusurlarını mutlaka düşünmeli, her an farkında olduğu yanlışlarından dolayı da yine her an tövbe istiğfara yönelmeli, hatta hadisin ifadesiyle günde yüz defa da olsa tövbe istiğfar duygusu içinde yaşamalıdır. Çünkü tövbe istiğfar halinde olup Yaratan'dan af dilemek, yazdığı yanlışları silip yeni yanlışlar yazmamaya gayret etmek demektir.

İşte siz böyle baştan sağlam bir niyet ve azim içine girmişken şeytan yaklaşır, can boğazdan çıkmadıkça tövbe kapısı da kapanmaz, aceleye gerek yoktur.. diye vesvese verip tövbenizi tehir ettirmeye çalışabilir. Sakın şeytanın bu vesvesesine uyup da (Allah korusun) tövbenizi tehir etme gibi telafisi mümkün olmayan bir yanılgıya düşmeyesiniz...

Zira canın boğaza kadar çıktığı son anda, heyecan da son hadde çıkar, böylesine telaşlı ve korkulu demlerde rahatça tövbe etmek ne kadar mümkün olabilir? Ya da ne kadar makbul sayılır bu son an tövbesi?.. Buna 'yeis-çaresizlik' tövbesi de denir. Çünkü tünelin ucu görünmüş, sanki istekle değil de mecburiyetten dolayı tövbe etme durumu meydana gelmiştir o anda. İrşat kitaplarında verilen şu misalle de bu tehlike nazara verilir:

Bir maneviyat büyüğü, tövbesini daha çok vakit var, diyerek hep tehir eden terziye, "Neden tövbeni tehir ediyorsun?" diye sormuş. Terzi de aynı şeyi söylemiş:

- Daha erken, nasıl olsa can boğazdan çıkıncaya kadar tövbe yapılabilir! Maneviyat büyüğü sormuş:

- Bu yaşa gelinceye kadar elin en çok neye alıştı? Neyi daha kolay yapıyorsun?

- Kumaş kesmeyi, demiş terzi.

- Öyle ise demiş, canın boğazına geldiği telaşlı ve korkulu son anında eline bir makas verseler de en çok yaptığın işi yap, şu kumaştan bir kat elbiselik kes, deseler yanlışsız kesebilir misin?.. Terzi, ümitsiz cevap vermiş:

- Öyle telaşlı ve güçsüz halimde kumaşı nasıl keseceğimi pek bilemem. Dikkatim dağılır, ellerim titrer, kendimden emin olamam. Kafam karmakarışık olur! Maneviyat büyüğü taşı gediğine koymuş:

- Ömür boyu hep yaptığın bir işi o anda rahatça yapacağından emin olamıyorsun da, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o anda doğru dürüst yapabileceğinden nasıl emin olabiliyorsun?

Bu düşündüren soru üzerine terzi itiraf etmiş:

- Sen doğruyu söylüyorsun ey Allah'ın muhterem kulu, demiş. Ben daha fazla tehir etmemeli, tövbemi hemen yaparak hayatıma temiz bir sayfa açmalıyım...

Ne var ki, hemen tövbe etme duygusuna giren insana şeytan bu defa da hatalarının çokluğunu hatırlatarak ümitsizlik telkin eden vesveseler verir, tövbe niyetini yine tehire sebep olabilir. Buna da yine irşat kitaplarında ümit veren şu sorular sorulur. Denir ki:

- Sizin hatanız mı daha çok, yoksa Rabbimiz'in rahmeti mi? Elbette Rabbimiz'in rahmeti daha çok değil mi? Öyle ise rahmeti daha çok olan Rabbimiz'den ümit kesmek yok, tövbeyi hemen yapıp hayatımıza tertemiz bir sayfa açmak var...

Ayrıca tövbesini tehir etmeyip de hayatına tertemiz bir sayfa açanlara şöyle bir müjde de veriliyor irşat kitaplarında. Rabbimiz Musa Aleyhisselam'a emir vermiş:

- Mahallede sevgili bir kulumun cenazesine halk sahip çıkmadı, ortada kaldı. Git ona sen sahip çık, cenazesini sen defnet! Musa Aleyhisselam:

- Ya Rabbi demiş, insanların sahip çıkmadığı bir cenazeye neden benim sahip çıkmamı emrediyorsun, özelliği nedir ki öyle bir kulun? Şöyle buyurmuş Rabbimiz:

- İnsanlar o kulumun günahlarını biliyorlar, ben ise daha fazla geç kalmayayım diyerek yaptığı gizli tövbesini biliyorum. Onun için ona sahip çıkmanı istiyorum.

Evet, Rabbimiz, geç kalmayayım diyerek tövbe eden kuluna işte böyle sahip çıkıyor, peygamberinin de sahip çıkmasını istiyor. Rabbimiz'in bize sahip çıkmasını sağlayacak acil tövbelerimiz olmalı, can boğazdan çıkma zamanına kadar tövbeyi tehir etme gibi telafisi mümkün olmayan bir hata yapmamalı, gaflete düşmemeliyiz...


AHMED ŞAHİN
 
 
 
Zorluklara ancak iman kuvvetiyle karşı konabilir!

Peş peşe gelen sorular bizi bu konuya bir daha yönlendiriyor. Bu sebeple günlük hayatımıza baktığımızda görüyoruz ki, bu âleme ayak basmış cennete talip her insan, bazen sıkıntı ve musibetlerle imtihana çekiliyor, bu imtihanda göstereceği sabır ve tahammülle de talip olduğu cennetin faturasını ödemiş oluyor...

Ne var ki, imtihanın faturasını teşkil eden sabır ve tahammül, kendiliğinden oluşmuyor insanda. Kuvvetli bir iman, şuurlu bir tefekkürle elde edilmektedir imtihan kazandıran sabır ve tahammüller... Bundan dolayı Resulullah (sas) Efendimiz, bizlere örnek olarak yaptığı duasında şöyle niyazda bulunmuştur:

- Yâ Rab, Senden dünya musibetlerini kolayca karşılayacak iman kuvveti diliyorum. Sıkıntı ve zorluklara mukabele edecek iman kuvveti ihsan eyle!.. Demek ki, sıkıntı ve musibetlerin tazyikini azaltmak, ancak sahip olduğumuz iman kuvvetiyle mümkün olur... İmanı kuvvetli insanlarda zorlukların, musibetlerin baskısı azalıyor, tahammül gelişiyor, şekva değil şükür duygularıyla imtihânı kazanması söz konusu olabiliyor. İman bakımından inkişaf etmeyenlerde ise, küçük bir sıkıntı, dünyayı başına çökmüş gibi büyük görünüyor, geçici imtihanların tazyikine dayanamayan bu zayıf insan hemen şikâyete başlıyor, bu da geçer yahu! deyip de imtihanı kazanmaya yönelemiyor...

İşte böyle durumlarda maruz kaldıkları sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı koyanların örnek tutumları dikkatimizi çekiyor. Hayranlık duyduğumuz bu örneklerden ikisini arz etmek istiyorum takdirlerinize...

Devrin yönetimi, siyasetine uygun fetva alamadığı büyük müçtehit Ahmed bin Hanbel'i zindana atmıştı. Hapishanenin rutubetli bodrumunda bir hayli zayıflamış olan Ahmed bin Hanbel Hazretleri, nihayet mahkemeye götürülürken yolda sevenlerinden birinin sızlanmasını duyar:

- Eyvah, böylesine zayıflamış bir bedenle bu musibete nasıl karşı koyacak hocamız?..

Sesin geldiği yana dönen Ahmed bin Hanbel, şöyle ikazda bulunur sızlanan adama:

- Dikkat et! der, Hayatta eksik olmayan musibet ve sıkıntılara, beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konur. İnsanın bedeni zayıf olabilir, yeter ki imanı kuvvetli olsun... Kuvvetli iman, sahibine karşılaşacağı her türlü zorluğu yenme ümidi verir, zorluk çektirmez... Evet, 'büyük müçtehit'in sıkıntılara beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konacağı konusundaki ikazı, hep hatırda tutulacak bir hatırlatmadır.

İmam-ı Gazali Hazretleri'nin dikkate verdiği iman kuvveti örneği de şöyle yaşanır: Sahabeden Hazret-i Huzeyfe'nin azatlı kölesi Salim, savaşta derin yara almış, uzandığı kızgın kumların üzerinde susuzluktan dudakları kurumuş halde yatıyordu. Arkadaşlarından biri kıvranışını görünce hemen kırbasını uzattı:

- Şurada birazcık suyum kaldı, içiver de ağzındaki kuruma azalsın...

Dudaklarını hareket ettirmeye mecali kalmamış Salim, eliyle ağzını kapıyor, kaş-göz işaretiyle; 'Ben oruçluyum, uzattığın suyu içemem!' diyordu... Israr ettiler:

- Sen bu halde iken orucuna devam edemezsin, şu suyu içiver... Bu defa da şöyle cevap verdi:

- Şu kalkanımın içine dökün. İftar vaktine kadar yaşarsam o zaman içerim. Yaşamazsam Rabbimin huzuruna oruçlu olarak gitmeyi tercih ederim. Bu benim için dünyanın en büyük mutluluğu olur... Salim, son anlarını yaşama derecesinde yaralı. Ama bu yaralar bedendedir, ruhta, kalpte değil... Kalpte ve gönülde öyle bir iman kuvveti var ki, bu imanı onu maruz kaldığı zorluğun tazyikinden de, tesirinden de kurtarıyor, Rabbinin huzuruna oruçlu olarak varmayı, dünyanın en büyük mutluluğu olarak hissedebiliyor, uzatılan suyu içme gereği dahi duymayabiliyor... Bana maruz kaldığı şu geçici sıkıntıların zorluğunu anlatan dostlarıma diyorum ki, gelin biz de duamızı hadisin işaret ettiği şekilde birlikte yapalım:

- Rabbimiz, biz aciz, zayıf kullarız, aczimizi, zaafımızı açıkça itiraf ediyoruz. Bizi zorlanacağımız sıkıntılarla imtihan etme. İmtihan edeceğin sıkıntıları da kolayca aşacak iman kuvveti nasip eyle!..


AHMED ŞAHİN
selam ve dua ile kardeşim

 


Diğer Windows Live™ özelliklerine göz atın. Sadece e-posta iletilerinden daha fazlası

Windows Live Messenger'ın için ücretsiz güncelleştirme! Buraya tıkla!

Diğer Windows Live™ özelliklerine göz atın. Sadece e-posta iletilerinden daha fazlası
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: