12 Şubat 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) cumamız hayr'ola...dua ile gönül dostlarım..."kendini başıboş zannetme. zira, şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin; nasıl, sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?"


 



Kusur tarayıcısı olmak

 

KUSURUNU KABULLENMEMEK en büyük kusur… Kulluğun kalbi "kusursuz"a ayine olmak için atıyor. Naks, kaçamadığımız kainat kimliğimiz… Sübhan bize nazır, biz de O'na istiğfar ve tövbe kanatlarıyla müteveccih…

Kendini bilmemek haddini bilmemek… Haddi aşan günahlara giriftar müsriftir. Kardeşinin günahlarını bilmemek veya biliyorsa örtmeye çalışmak ise fazilet… Lütufla ıslahına çalışmak muhabbetin şe'ni… Tahakkümle yaklaşıyorsa adavet önde, sevgi arka sıralarda saklanıyor demektir.

Uhuvvet Risalesini İhlas Risalesiyle beraber dönüp dönüp okumak, hatta lafzını ezberlemek yetmez, hikmetini kalpte hakim kılıp hayata akıtmadıktan sonra…

Uhuvvet Risalesinde "Eğer dersen: İhtiyar elimde değil, fıtratımda adavet var. Hem, damarıma dokundurmuşlar vazgeçemiyorum" a verilen cevap mebhasın merkezi sanki; "Zaten bu mektubun bu mebhasını yazdık, ta bu manevi istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin."

Anlaşılmayacak karmaşık bir bahis değil, zor olan hayata taşımak. Zor olandan kaçan vesveselerin savrukluğunda sallanır durur. Hakiki manada nefsine muhatap kabul ederek okuyan kaç satıra dayanabilir? Ameliyata razı olmayan pansumanla avunur.

Suretler güzel sîretler sancılı… Hastalığın köküne inmemek kendini kandırmak, makyaj şifa vermiyor… Cilalı cümleler sinelere sinmiyor…

Hoşnutsuzluk hoş görülmez… Hem bizim vazifemiz hizmet değil… Bediüzzaman bir talebesine "Sizin vazifeniz hizmet değil, muhabbet, uhuvvet, tesanüttür. Cenab-ı Hak isterse fasık birisine bu dine hizmetkar kılar." demesi düşündürücü değil mi? Vazifesini bilmemek de vazifesizlik…

Kim daha fazla hizmet ediyor? Kim küçümsenebilir? Vazgeçilmezlikten vazgeçmek asıl vazifemiz…

Hepimiz hizipleşmeliyiz… Fıtratı uygun olanlar bir araya gelerek hikmet müzakereleri ve hizmet münakaşaları yaparken başka bir grupla çarpışmamalı, yarışmalı… Böylelikle canlılık ve dinamizm gelir. Havalecilik döşeğinde uyursak hizmette havale geçirir.

Kusurlarını dökerek kendiyle yüzleşen "meylüt tefevvuk" ve "kendini beğendirmek" ağırlığından hafifleyerek çıkar. Nefsiyle olması gereken mücahede ve mücadeleyi kardeşiyle yapmaz, gıybet garabetinden de kurtulur.

Hastalıklarının çaresini Kur'an'ın şifa eczanesinde arayan aradığını bulacaktır. Muhammedi (a.s.m.) bahçeden hakikat çiçeklerini devşiren Nur Risalelerini rehberliğinde yürüyen yollarda yorgun kalmayacaktır. İyisi mi O bahçeye tekrar girebilmek, hastalık ve sıkıntılarını giderek yürümek.

oluruz.

Kimse kusura kalmasın hepimiz kusurluyuz. Bazılarımızınki biraz az, o kadar… Başkasına kusur avcısı değil de, kendi kusurumuzu tarayıcı olursak kusursuzluğa yaklaşmış oluruz.

Adil-i Hakim bizi Rahmetiyle muamele etsin inşaallah.

 

Hüseyin EREN

 

 

 

 

Huzur-u kalb

 

HAYAT BENİM cüz'î irademle kontrol edebileceğimden çok büyük. Her gün, her an benim dışımda milyonlarca, milyarlarca, belki sonsuz sayıda olay oluyor. Bütün bunları kontrol edememenin, yönetememenin ötesinde, çoğunlukla ellemem, dokunmam bile mümkün değil.

Aczim sonsuz, ama ihtirasım çok. Gücüm yok, ama isteğim çok.

Üstelik rahatsız edecek çok şey var. Ben küçüldükçe dışım büyüyor, beni eziyor. Uğraşıp didiniyorum, ufak tefek başarılar beni muzaffer kılıyor, bazen bütün herşeyi değiştirebilirim zannediyorum. Aldanıyorum, kendimi aldatıyorum.

Ben, benden başka birşeye razı olmamak gibi bir kibirin eşiğindeyim.

Gördüm ki, hep aynı yere gelen bir kısırdöngünün içindeyim. Olaylar değişiyor, olan değişmiyor. Bir sonraki benim istediğim oluşlarda alacağım nefesleri beklemedeyim, bir sonraki aldanışlarda gizlediğim hazlarla güçlenmeyi ümit etmekteyim.

Bugüne kadar bildiğim bütün öğretileri gözden geçirdim. Hemen hepsi akılda kalmış kalbe inmemiş. Bildiklerim bu yaşadıklarımı izah edebilmenin gücünü saklıyordu, ama bana o gücü vermiyordu. Soruyu çözüyordu, ama çözümü hissettirmiyordu; huzur-u kalb'i vermiyordu.

Halbuki Allah her gün, her saniye, hatta her an bütün bu iç-dış dengesini kurabilecek fırsatlar veriyor; ben o fırsatların hepsini dengeyi kurduran, güçlendiren adımlar olmak yerine, problemin kendisi haline getiriyorum. O her bir altın külçelerini, yoluma dikilen dağlar, taşlar olarak görüyorum.

Mısri'nin "Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş" satırları tekrar ediyor kafamda, çatlarcasına. Bilmeyi anlamaya, anlamayı da hissetmeye döndürmem gerektiğini farkediyorum. Bilgiyi anlamaya, anlamayı hissetmeye..!

Bir huzur-u kalb iklimi gerekiyor. Dünyayı, hayatı, olanları bir pencereden seyrettiren, ama içine girmeyen bir yaklaşım. Hatta kendimin de içinde aktör olduğu oyunu, seyirci sıralarından seyrettiren bir bakış, bir hissediş gerekiyor.

Hem oyun içinde, hem de tamamen oyun dışında. Oyun içerisinde başarılı bir aktör, ama aynı anda oyunun oyun olduğunu bilen, sonunu, alkış sahnesini ve sonrasını bilerek seyreden iyi bir seyirci.

Huzur-u kalb seyretmekle geliyor, dışarıya tamamen bir seyirci gözüyle bakmakla. Kendim dahil herşeyi bir film gibi seyretmekle. Bu yönüyle aczim, güçsüzlüğüm yerini buluyor. Oyun içindeki rolüm de, bana verilen cüz'î irademle iyi bir aktör olmanın sorumluluğunu taşıtıyor. Verilen küçücük rolümü oynayabildiğim kadarıyla başarılı oluyorum, rolümün büyüklüğü nispetinde değil.

Hep en iyi oyuncu olma gayreti, hiç seyirci olamama... Gelip geçtiğini düşünmeyen bir yolcu gibi yürümek... Problemim bu diyorum, aczimi kudret, güçsüzlüğümü güç zannetmek.

Evet, derdim bana derman imiş.

Herşeyi bir melodi eşliğinde izlemekten zevk alıyorum, rolümü seviyorum.

Bu sezgi, bu hissediş kalsın istiyorum. Kaybolmasın.

O'nu anmak, herşeye O'nu anarak bakmak, seyirci sıralarına geçmemi sağlıyor. Kendimi sahnede beğenmesem de, kendimi görebilmekten hoşlanıyorum.

O'nu anmanın gücüne hayran oluyorum.

Rabbim, beni tamamen seyirci sıralarında kalıp rolümü—görevimi—unutmaktan, ya da hep oyun içinde kaybolup bitişi görememekten koru.

Ne aczimi unuttur, ne de görevimi...

Âmîn.


 Abdurrahman BULUT

 

 

 

 

 

Hayat Ve Ölüm



 

İnsan için hayat ve ölüm kelimeleri iki ayrı doğumun isimleridir. Birincisi dünyaya gelişi, diğeri ise dünyadan kabir alemine göçüşü ifade eder.

"Bir müminin ölerek bu dünyadan çıkıp gitmesini, bir çocuğun ana rahminden, o nemli karanlık yerden geniş dünya sahasına çıkmasından başka bir şeye benzetmem." Hadis-i Şerif

Nur Külliyatında ölüm için yapılan tariflerden birinde "terhis" ifadesi kullanılır.
Ölüm hiçlik olmadığına göre, ruhun bedende görev alması gibi, bu görevinden terhis olması da bir ilahi tasarruf, bir rabbani icraattır.

Bu iki ayrı fiilin icrası Allah'ın iki ayrı isminin tecellisiyle gerçekleşir. Birincisi Muhyi (hayatlandıran, hayat verici), diğeri Mümit (ölümü verici, ölümü tattıran.)

Terhis olan kişi artık kışlasında yoktur, ama yeni bir beldenin sakini olmuştur.
Yine Nur Külliyatında Mümit isminin açıklaması yapılırken şu ifadelere yer verilir:
"Mevti veren O'dur. Yani, hayatı veren O olduğu gibi, hayatı alan mevti veren dahi yine O'dur." (Mektûbat)

Bilim adamları hayatın ne olduğunu ve nasıl meydana geldiğini anlamak için nice ömürler tüketmişler.

Bu konuda İslam alimlerinin çok önemli bir tespitleri var:

"Hakiki hakaik-i eşya esma-i ilahiyedir."

Buna göre, hayatın hakikatini ararken onun kaynağına bakmamız gerekiyor. Böyle bir bakış bizi "Muhyi" ismine ulaştıracaktır.

Şu ayet-i kerime konumuzla yakından ilgilidir:

"Doğrusu Allah indinde İsa'nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona ol dedi, o da oluveredi" (Âl-i İmran,59)

Bu "ol!" emrine, tefsir alimleri "canlı bir mahluk kesil" şeklinde mana veriyorlar. Buna göre ruh gelmeden önce, Adem peygamberin cesedi bir bakıma ölü gibiydi. Yani, görmekten, işitmekten, yürümekten, anlamaktan, sevmekten çok uzak bulunuyordu. Cansız değildi ama henüz Adem de değildi. Topraktan süzülen bir öz varlık, bitki hayatına benzer bir gelişme gösteriyordu.

İnsanın ana rahmindeki ilk dört aylık dönemi de bu safhayı andırıyor.
"Siz ölü iken sizi dirilten Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve tekrar O'na döndürüleceksiniz." (Bakara,28)

Bu ayetteki "ölü iken" ifadesine, "insanı teşkil eden elementlerin henüz hücre haline gelmeden önceki durumları" şeklinde mana veriliyor. Bu ifadeyi, önceki ayet için yapılan tefsirin ışığında, "cesedin ruha kavuşmadan önceki hali" şeklinde de anlamak mümkündür.

Cenab-ı Hak hem Hayy (hayat sahibi), hem Muhyi'dir. Hayat şerefinden bizi de hissedar etmeyi rahmetiyle dilemiş ve bizleri hayat sahibi birer varlık olarak yaratmış. Tıpkı, "vücud" yani "varlık" sıfatından mahlukatını da şereflendirmek için onları var etmesi gibi.

Hayatın menşei ile ilgili çalışmalarda maziye doğru gidildiğinde varılacak son nokta, ilk hücrenin yaratılmasıdır. Güneşten kopmuş bir parça olan yer küremizde, yine güneşten gelme hücreler bulunmayacağına göre, bu yeni varlıkların yer yüzünde yaratıldıklarında ve onlara hayat sıfatının yoktan verildiğinde şüphe yoktur.
Şu var ki, biz "hayat" denilince hemen kendi hayatımızı ve çevremizi kuşatan canlıların hayatlarını hatırlarız. Halbuki, hayatın menşeini ararken daha gerilere gittiğimizde, bu kâinatın da bir çekirdeği, bir ilk hareket noktası olacağı gerçeğine ulaşırız.

"…Mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi' olsun." (Sözler)

Allah Resulünün, "Allah'ın ilk yarattığı şey benim nurumdur" hadisinden hareketle bu ilk varlığa Nur-u Muhammedî denilmiştir. Ve bu ilk mahluk, çekirdeği olduğu bütün varlık aleminde tecelli edecek olan İlâhî isimlerin tümüne mazhar bir mahiyete sahiptir. Onda tecelli eden İlâhî isimlerden birisi de Muhyi ismidir. Bu ismin tecellisiyle o çekirdek varlık hayy, yani hayat sahibi olmuştur. İşte hayatın gerçek kaynağı "bu hayatlı varlıktır."

Melekler de o nurdan yaratılmışlardı. Onlar da hayatlı varlıklardı, ama o nuranî varlıkların hiçbirinin hücresi yoktu. Demek ki, hayatın menşeini "ilk hücre" olarak kabul etmek, insanlar ve hayvanlar alemi için doğru gibi görünse de, mutlak manasıyla, eksiktir.

Hayat ve ruh kavramlarının aynı olup olmadığı sıkça sorulur. Hayat, "yarı canlılık" dediğimiz en aşağı mertebesiyle bitkilerde de vardır, ama onlarda ruh yoktur. Hayat, ruhun bir sıfatıdır. Ruhun, "ilim, irade, görme, işitme" gibi sıfatları yanında bir de "hayat" sıfatı vardır. Ancak, diğer bütün sıfatlar hep bu temel sıfatın varlığı sayesinde kendilerini gösterirler.

Şu gördüğümüz alemde, hayat özelliği ne güneşte var, ne ayda, ne de yıldızda. Elementlerin hepsi bu özellikten mahrum; ne demirinde hayat var, ne bakırında; ne oksijeninde hayat var, ne hidrojeninde.

Hayatın bir tek fonksiyonu olan görme sıfatını şöyle bir düşünelim. Bu özellik de madde aleminin hiçbir varlığında yok. O halde, görmeyen bu varlıklardan gören bir mahluk yaratılması, ancak İlâhî bir ihsanla olabilir, o da Muhyi isminin tecelli etmesiyle gerçekleşir.

Biraz da ölümden söz edelim:

Meleklerde olduğu gibi, ruhlarda da ölüm yoktur. Ölüm bedenden ayrılan ceset için söz konusudur.

"Beden ruhun hanesidir." buyruluyor. Sultanın haneyi terk etmesiyle bedende çözülmeler, dağılmalar başlar. Sonunda o canlı hücreler ölürler ve cansız elementler haline gelirler.

"Ölüden diriyi, diriden ölüyü O ç ıkarıyor." (Rum Suresi,19)

Muhyi isminin tecellisiyle, ölü elementler diri hücreler haline gelirken, Mümit isminin tecellisiyle de o canlı hücreler yeniden cansız elementler halini alırlar.

Hayatın hakikatini bilemiyoruz; ona bir derece bakmak için ölümün hakikatini düşünmek gerekiyor. Bu ikincisi nasıl daha başka ve yepyeni alemlere yol açıyorsa, birincisi de daha aşağı tabakaların üst dereceye yükselme yolculuğudur.

Yolculuk, kemale doğrudur. Yok iken var olmak bir kemaldir. Cansız iken cana kavuşmak ikinci bir kemaldir. Akıldan mahrumken akıl sahibi olmak ayrı bir kemaldir. Ve küfür karanlığından kurtulup iman nuruna erişmek en büyük kemaldir.

Cansız eşyayı hayata sebep kılan, hayatsız elementlerden canlı hücreler yaratan, sonra o hücrelerin trilyonlarcasını akıl almaz bir bağ ile bir birine raptedip insan haline getiren, o harika bedene en üstün mahluku olan "insan ruhunu" misafir eden Allah, bu kemal tecellilerini insanın ölümünden sonra da devam ettirecek, kabir hayatını iman ehli için, Peygamberimizin ifadesiyle, "cennet bahçelerinden bir bahçeye" çevirecek ve bu yolculuk en mükemmel alem olan cennette, en ileri seviyede devam edecek ve öylece sürüp gidecektir.

Yine hayata dönelim ve konuyu şöylece noktalayalım:

Önemli olan, hayatın menşeini bilmek değil, hayatı en güzel şekilde kullanmanın yollarını bulmaktır. Aynı şekilde, ölümü hayatın sonu değil, bir yeni hayatın başlangıcı bilmek ve o ebedî hayat için bir şeyler yapmanın gayreti içinde olmaktır.
Hayatın menşei hakkında araştırma yapan nice kişiler şu anda kabir hayatını tatmakta ve hayatlarının hesabını vermekteler.

Konunun biyolojik yönü herkesi ilgilendirmiyor. Bu sahanın yetkili uzmanları konu üzerinde ne kadar çalışsalar yeridir. Bu gayretler onların mesleklerinin bir gereğidir ve mutlaka sürdürülmelidir.

Ancak, bu yapılırken meselenin bütün insanları ilgilendiren yönü gözden ırak tutulmamalıdır:

"Hayatımı nasıl değerlendireceğim ve nasıl öleceğim?"

Dünya imtihanının bütünlemesi yoktur. Ne yapılacaksa bu dünyada yapılacaktır.
Hatalar ölüm gelmeden önce görülürse hemen düzeltilebilir. Süre yetmezliği söz konusu değildir. Yetmiş yıl yanlış yolda giden kişi doğruyu görüp mazisine tövbe ettiğinde artık cennet yolcusudur.

"Dünya ahiretin tarlasıdır." Hadis-i Şerif

Bu fani hayatı, ebedî bir hayatın tarlası olarak gören ve ona göre değerlendirenlere ne mutlu!

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

 

 

 

 

Bir Aczin Hikayesi



Ey insan, kerem sahibi Rabbine karşı seni aldatan ne?
O Rabbin ki seni yarattı, düzene koydu,
sana kendi dilediği gibi bir şekil verdi.

İnfitar Sûresi, 6-8




BİR YÜZÜN macerası iki yarım hücreyle başlar. Bunlardan birisi insan vücudunun en küçük, diğeri de en büyük hücresidir.

İki hücrenin buluşma ânı, bir insan yaratılışının başlangıcını işaretler. Bu, bir âlemin yaratılışından pek de aşağı düşecek bir hadise değildir. Çünkü ortaya çıkacak eser, âlemde güzellik namına bildiğimiz ne varsa hepsinin temel ölçülerini getirip gözümüzün önüne serecektir. Onun için, günlerden herhangi bir gün, herhangi bir anda, yeryüzünün herhangi bir köşesinde bir insan vücudunun inşası başlar başlamaz, hemen oracıkta bir esrarlı dönüş başlar. Zerrelerin, moleküllerin, gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin, galaksi kümelerinin dönüşüdür bu. Bir Mevlevî semâı, böylece, bir insanın yaratılışını müjdeler.

Döner de döner başlangıçtaki insan hücresi. Sonra bölünmeler başlar. Hücre hızla çoğalır. Bir iken iki olur, iki iken dört. Sonra katlana katlana hücre nüfusu artar. Saatler ve günler birbirini kovalarken, binlerce, milyonlarca, milyarlarca âlem kurulur bir anne vücudunun derinliklerinde. Âlemler birbiriyle irtibatlıdır. Hepsi birden bir vücudu, kâinatın en üstün eserini ortaya çıkaracak şekilde çoğalır ve düzenlenir.

Bir hafta ya geçer ya geçmez; içi boş bir küre gibi, yeni insan adayı, anne rahmine doğru bir yolculuktadır. Buraya varır, duvara yapışır. Aynı anda, akıl almaz bir hızla, yeni âlemler kurulmaya devam etmektedir. Bu arada farklı farklı hücre cinsleri ortaya çıkar. Nasıl farklılaştıkları anlaşılmaz. Farklılaşırlar. Sonra yer değiştirirler. Kimi o tarafa, kimi bu tarafa göçer değişik hücrelerin. Bir heykeltraşın elinde yoğrulan çamur gibi, hücreler topluluğu da halden hale girer ve şekil almaya başlar. Görünürde tesadüfî, karma karışık, alabildiğine yoğun bir faaliyettir sürüp gider. Fakat atılan her adım birbiriyle bağlantılıdır ve henüz görünmeyen bir hedefe yöneliktir.

Embriyonun yüzeyine bakan bir uzman, nereye neyin isabet edeceğini size tek tek gösterebilir. "Şurası göz olacak, buraya burun gelecek, şurada kulaklar belirecek." Üstelik bütün bu bölgeler, merkezî sinir sistemine özel hatlarla bağlanacak, ayrıca dolaşım sisteminden kas sistemine, iskeletten deriye kadar herşey, herşeyle irtibatlandırılacaktır. Şekilsiz hücre yığını içinde ilk saatlerden itibaren cereyan eden büyük küçük hangi hadise varsa, hepsinde bu hesapların izi vardır. Ama, üçüncü haftada, embriyonun boyu 2 milimetreye ancak erişmiştir; şekli ise, insandan ziyade sülüğü andırmaktadır.

İnsan adayı anne karnındaki dördüncü haftasına eriştiğinde, vücudun ortasındaki iki tane boru birleşip kalb şeklini almaya başlamış ve ilk organ olarak faaliyete geçmiştir. Yarım santim boyundaki bu yaratık, her ne kadar insana benzemese de, bir yüzünün olacağı şimdiden belli olmuştur; göz ve kulakların yoğrulmaya başladığı görülmektedir.

Bir hafta sonra ise, gözlerde lens çukurları biraz daha belirginleşmeye başlar. Altıncı haftaya gelindiğinde, ağız ve burun boşluklarındaki faaliyetler göze çarpmakta, kafa iyice seçilmektedir. İleride göz halini alacak olan belirtiler, şu anda kafanın yan taraflarındadır. İnsan adayının boyu 13 mm.'ye ulaşmıştır. Yine de o, başparmağımızın altında kolaylıkla eziliverecek, küçük, âciz, önemsiz bir yaratıktan başka bir şey değildir henüz!

Yedi haftalık ceninde, henüz var olmayan gözlerin kapakları inşa edilmeye başlamıştır. Göz her ne kadar mevcut değilse de, birgün var olacak, üstelik hem kendisi insan yüzünde bir güzellik sergileyecek, hem de dünyanın güzelliklerine o yüzden bir kapı açacaktır. Yüzün belki de en can alıcı unsurunu teşkil eden bu organın korunması da yaratılması kadar önem taşır. Çünkü bu son derecede nazik organ, bakımsız ve savunmasız bırakıldığı takdirde iş göremez hale gelir. İşte o korunmanın birçok unsurundan birini teşkil eden gözkapakları, birkaç milimlik bir ceninde şimdiden kendisini belli etmektedir. Fakat, âşinâ olduğumuz son haline varıncaya kadar, bu kapaklar daha şekilden şekle girecektir. Bir hafta kadar sonra iki gözkapağı birleşir ve birbirine kaynamaya başlar. Bu arada, öne doğru yatık durumda bulunan kafa, hafifçe yukarıya kalkmıştır. Fakat vücudun bütününe göre oldukça büyük bir kafadır bu. Bir insan yüzüne benzer tarafı da pek yoktur. Şu haliyle dünyaya gözünü açacak bir varlık, olsa olsa, bilim kurgu filmlerindeki çirkin uzaylılardan biri olarak uykularımızı kaçırırdı.

Onuncu haftaya erişildiğinde yüz hatları belirmeye başlar. Bu sıralarda ceninin siması bir insan yüzünü andırmaya başlamıştır. Ama hâlâ bu yaratığın görünüşü, bir annenin sımsıcak duygularla göğsüne bastıracağı bir yavrunun sevimliliğinden o kadar uzaktır ki! Bir estetik cerrahî uzmanı, sadece yüzdeki bir iki ayrıntıyı rötuşlayınca ortaya nasıl bir simanın çıkacağından emin olamazken, birkaç haftalık bir ceninin korkunç görüntüsünü bir bebek yüzünde dünyanın en sevimli manzarasına çeviren bir operasyonun kusursuzluğuna şahit mi aranır? Besbelli ki, her hücrenin vücuda gelişi ve sima üzerindeki yerini alışı, çok ayrıntılı bir planın parçasıdır. Ve şu anda, şu vücutta yer değiştirmekte olan herbir zerre, aylar sonra neticesini verecek olağanüstü bir operasyonun içinde bir rol sahibi olarak hareket etmektedir.

Yüzün inşası, sadece onun dış görünüşüne bir şekil vermekten ibaret bir operasyonu teşkil etmez. Gözlerimizin önüne bir insan yüzünün sayısız şiire konu olmuş güzelliğini seren derinin altında, birbiriyle ve bedenin geri kalan kısmıyla bağlantılı olarak faaliyet gösteren sistemler vardır. Kaslar da bunlardan biridir ve on dördüncü hafta civarında şekillenmeye başlar. Ondan yaklaşık bir ay kadar sonra da bu faaliyetler sonucunu yavaş yavaş vermeye başlayacak ve ceninin ağzını oynatmakta olduğu görülecektir.

On beşinci haftada, 130 mm.'ye ulaşmış olan ceninin kafası artık iyice dik duruma gelmiştir. Gözler her ne kadar kafanın ön tarafına doğru kaymış ve asıl yerlerine yaklaşmış olsalar da hâlâ bir insan yüzüne göre aşağıda yer almaktadırlar. Yüzü ve vücudu kaplayan deri saydam haldedir ve altında olup bitenleri karaltı halinde göstermektedir. Yirmi ikinci haftaya eriştiğinde deri saydamlığını kaybeder. Bu arada, ceninin sadece bir yüze kavuşacağı anlaşılmakla kalmamış, farklı bir yüze sahip olacağı da belli olmuştur. Farklı çizgiler, farklı bir şekil ve farklı bir kişilik, yüzün genel heyetinde belirtilerini vermektedir. Bununla birlikte, hiç kimse, ceninin şu anki haline bakarak onun hayata nasıl bir sima ile gözünü açacağını tahmin edemez. Görünmeyen kalem farklı hatlar çizmeye başlamıştır; resmin son hâli ise, kalem sahibinin henüz kimseye açmadığı bir sırdan ibarettir.

Aradan birkaç hafta daha geçer. Yüzün en önemli unsuru, yapısını büyük ölçüde tamamlamış olur. Bunlar gözlerden başkası değildir. Retinasıyla, diyaframıyla, çeşit çeşit hücreleriyle, akılları hayretten hayrete düşüren bağlantılarıyla, kendi başına bir olağanüstü yapıyı teşkil eden ve tek başına bütün evrimci dünyaya meydan okuyan bu organ, şimdilik gözkapaklarının altında, önüne âlemlerin açılacağı ânı beklemektedir. Otuzuncu haftaya erişmiş bir ceninin yüzünde, görünmez kalemin kaşları da resmetmiş olduğu gözlenir. Bu arada gözkapakları birbirinden ayrılmış ve açılmıştır. Kasların içinde olup biten herşey, henüz bu faaliyet alanından görünmeyen aydınlık bir dünyaya yapılacak bir yolculuğun işaretlerini vermektedir.

İki tane yarım hücreyle başlayan macera, aylar sonra yeni bir insan şeklinde noktalanır. Bütün bu olup bitenleri hızlandırılmış bir film haline getirdiğinizde, bir bakıma, insanın âcizliğini dile getiren bir hikâye elde etmiş olursunuz. İnsana benzeyinceye kadar şekilden şekle giren bu yaratığın bütün bedeni bir yana, sadece yüzünde olup bitenler, bu hikâyeyi bütün belâgatiyle görenlere anlatır. Orasında burasında yumrular beliren, çukurlar açılan, çizgiler çizilen, eğilen, bükülen, şişen, büyüyen, bir nokta halinde başlayıp adım adım büyüyen ve büyüdükçe halden hale dönen bu yüz, kendisini çekip çevirene bütünüyle teslim olmuş durumdadır. Kimse onun ne hal aldığını veya alacağını bilemediği gibi, o da kendi üzerinde olup bitenlerden habersizdir, bu olaylar karşısında âciz ve çaresizdir.

Üstelik, bütün bunlar, herbiri yüz binlerce ışık yılı genişliğindeki yüz milyarlarca galaksiden bir tanesinin yüz milyarlarca yıldızından birisinin peşindeki bir küçük gezegenin üzerinde, onun 4,5 milyar senelik ömrünün dikkate bile alınmayacak bir fraksiyonunda nefes alıp veren milyarlarca insandan bir tanesinin bedeninin karanlıklarında olup bitmektedir. Hikâyenin özeti: çaresizlik içinde, hiçlik içinde, âcizlik içinde yokluk içinde, çaresizlik içinde, hiçlik, önemsizlik, âcizlik, hiçlik, önemsizlik, âcizlik...

Yine de bu macera, içinde âlemler barındıran bir hücrenin semâa kalkıp galaksilerin diliyle kutladığı bir yaratılış hikâyesidir. Yaratılanın bu konuda hiçbir tercih hakkı olmamış, yaratılışının hiçbir aşamasında kimse ona fikrini sormamıştır.

İyiki öyle olmuştur.

Aksi takdirde, bizi biz yapan kâinatın en güzel eserini biz yüzümüzde taşıyamazdık.

Bugün birbirimizin yüzünde yahut aynada bize gülümseyen, işte bu çaresizliğimizin güzelliğidir.

Ümit Şimşek
 
 
 

Gerçek dindar nasıl olur? Örnek ve vasıflı bir Müslüman hangi özellikleri taşır?



Gerçek bir dindarın nasıl olması gerektiğini bilmeyenler, zaman zaman çok yanlış hükümler veriyorlar. Dindar olmayan birini, dini tam yaşayan bir insan sananlar, genellikle dinden ve inançtan uzak durmaya çalışıyorlar.

Niçin dindar olmayanı dindar sanıyorlar?

Çünkü dinî konuda maalesef büyük bir cehalet hüküm sürmektedir. Bu sebeple de özden fazla şekle ve görüntüye bakarak insanların ne kadar dindar olduklarına karar veriliyor. Meselâ, "Çok dindar bir adam: üç kere hacca gitmiş!" deniliyor... Beş vakit namaz kılanlara, bir çok yerde "hoca" denildiği gibi, örtülü hanımlara da "din âlimesi" nazarıyla bakılabiliyor.

Geçmiş yıllarda, birçok eski öğrencim, sırf başörtüleri sebebiyle caddede, otobüste, trende fıkhî bazı sorular sorulduğundan şikâyetçiydiler. Çünkü sorulan soruların cevaplarını onlar da bilmiyorlardı. Ancak kılık kıyafetleri sebebiyle, cevapsız kalmaları çoğu zaman yadırganıyordu. Birçok yaşlı başlı Müslüman, "Kızım madem namaz konusundaki bu sorunun cevabını bilmiyorsun, başını neden örtüyorsun?" diye soruyorlar. Hâlbuki o gençler de daha yeni yeni dinlerini öğrenmeye başlamışlardı.

Her gördüğümüz sakallı, nasıl hacıbaba oluyorsa, her örtülü hanım da, hemen dinde âlim ve çok dindar bir kimse sanılabiliyor.

Peki, gerçek dindar nasıl olur? Örnek ve vasıflı bir Müslüman hangi özellikleri taşır?

Akla ve İlme Dayalı Bir İman Sahibidir

Vasıflı dindarın ilk özelliği, akıl, mantık ve bilgi temeline oturan sağlam bir imandır. Şeksiz şüphesiz bir inancın sahibidir. Gerçekten dindar olan kişi, neye, nasıl inandığını bilir. Bu bilgisi sebebiyle, aykırı fikir ve inanışlara karşı söyleyecek sözü vardır.

İnancı konusundaki her şeyi bilmese de, her sorunun cevabı bulunduğunu bilmenin rahatlığı içindedir. En azından bu cevaplara nasıl ulaşacağını öğrenmiştir.

Aksi halde, son dönem yeniçerilerine benzer. Hani onlardan biri çoktandır kızdığı bir Yahudi'yi, "Niçin bana çarptın?" bahanesiyle atmış yere ve başlamış bağırmaya:

- Tez Müslüman ol!.. Yoksa sen bilirsin!..

Yerde sırtüstü yatan Yahudi, başının Üstünde parıldayan kılıcı görünce, işin vahametini anlamış ve hemen,

- Peki, demiş, Ne diyeyim de Müslüman olayım kuzum? Yeniçeri başlamış düşünmeye... Ama ne denilip de Müslüman olunacağını bir türlü çıkaramamış:

- Onu ben de bilmiyorum! Demek zorunda kalmış…

Bu Yeniçeri ilk bakışta dindar bir insan gibi görünebilir mi? Her ne kadar din gayretiyle harekete geçiyorsa da yaptıkları ve yaptırmak istedikleri itibariyle asla iyi bir Müslüman sayılmaması gerekir.

Zira iyi bir Müslüman, inancın zorla, baskıyla, dayatmayla benimsetilemeyeceğini, hatta böyle metotların daima ters teptiğini gayet iyi bilir.

Bırakınız başkasını ve yabancıyı, kendi öz çocuğunu bile zorlayarak, tahakküm ederek, dayatarak imana ve ibadete getiremeyeceğinin bilincindedir. Akıllı ve medenî insanlar ancak ikna ile imanı benimseyebilirler. Ya da imanın güzelliklerini bir Müslüman'da görerek sevip inanırlar. Çünkü gerçek iman, tamamen candan, gönülden ve içtenlikle kabul edilendir. Maddî ya da manevî baskılar, korkular, çıkarlar söz konusu olursa, hakikî imana ulaşılmaz.

İmanın güzelliğine ulaşmış olan, o güzelliği güzelce paylaşmak ister.

Kendisini Din Polisi Gibi Göremez

Bir başka mesele de gerçek dindar, kendisini din polisi gibi göremez. O. kalplerin derinliklerinde gizli olanı araştırmakla görevli değildir. Bu sebeple zahire göre hükmeder. Hz. Peygamber (sav) sırf görünüşte Müslüman olan, aslında imana gelmemiş münafıkları mescidinden dahi uzaklaştırmamıştır. Zaten onları herkese ilân da etmemiştir. Onlar inançsızlıklarını dışarı yansıtıp zarar vermedikleri sürece Müslümanların arasında, hatta mescidinde kendilerine daima yer bulmuşlardır.

Bir savaşta, sahabe-i kiramdan biri, zorlu bir mücadeleye girmiş ve sonunda güç halle rakibini yere düşürüp kılıcını onun boynuna indirmek için kaldırmıştı. İşte tam bu sırada, yerde yatan adam, 'lâilâhe illallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) deyivermişti. Ancak bu iman belirtisi, kılıcın boynuna inmesini önleyemedi. Zira son anda ölüm korkusundan söylendiği açıktı.

Ne var ki bu olayı duyan Allah Resulü (sav) fevkalâde üzüldü ve çok nadir kızgınlıklarından birini gösterdi. Sahabi defalarca dedi ki:

- Ey Allah'ın Resulü, adam benimle sonuna kadar mücadele etti. Eğer becerebilseydi beni öldürecekti. Son anda söylediği tevhid kelimesi ölüm korkusundandı...

Efendimiz'in (sav) üç kere tekrarladığı cevap ne kadar ibretli, ne kadar hassas ölçülü ve ne derece düşündürücüdür:

- Kalbini yarıp baktın mı? Kalbini yarıp baktın mı? Kalbini yarıp baktın mı? (Bkz. İbn Mace, "Fiten," 1; İ. Kesir, Tefsîru Kur'ani'l-Azîm, 1:539;

Evet, kimse kimsenin samimiyetini ölçmekle vazifeli değildir. İmanda samimiyet ölçmek yetkisi hiç bir insana verilmemiştir.

Herkes kendi samimiyetini ölçmeli ve derecesini artırmaya çalışmalıdır. Zira ancak bundan sorumludur.

Başkasıyla Değil Nefsiyle Uğraşır

Vasıflı bir dindar, başkasının imanıyla, ibadetiyle ve ihlâsıyla uğraşmaz. Çünkü onun ilk ve en önemli düşmanı, daima kötülükleri emreden nefsidir. Dolayısıyla asıl savaşı, şeytanla işbirliği yapmış olan nefsine karşı verir.

Başkalarına hüsn-i zan besler. Ötekileri daima kendinden yüksek bilir. Ve hiçbir zaman yükseklik iddiasında bulunmaz. Bilir ki, "Ben yükseğim, yüceyim!" diyen, alçaktır. Çünkü İslâm ahlâkında iman, ibadet ve ahlakıyla övünmek düşüklük ve hastalıktır.

Gösterişten Uzaktır

Hayır hasenatı bile sevabı kaçmasın diye gizli yapan Müslüman "sağ elinin verdiğini sol elinden" (Buhari, Ezan 36) gizlemeye çalışır. Verdiğinin karşılığını sadece Allah'tan beklediği için, mümkün mertebe gösterişten, hayrını açıklamaktan kaçınır.

Dindarlığı Rant Olarak Kullanmaz

İdeal dindar, dindarlığını bir rant olarak kullanmaktan Allah'a sığınır. Eğer sırf dindarlığı sebebiyle, ya da onu âlet ederek bir menfaat sağlıyorsa, dinini dünyaya satmış olacağını bilir. Fanî dünyanın basit ve kıymetsiz cam parçalarını âhiretin paha biçilmez elmaslarına tercih etmek, gerçekten dindar olanın işi değildir.

Daima Ölümle İrtibatlıdır

Vasıflı dindar, daima ölümle irtibatlıdır. Bu sebeple geniş görüşlü, engin ve derin bakışlıdır. Âhiret boyutlu düşünür. Dünyada kendisini emanetçi bilir. Asıl yatırımını daimî, bakî ve kalıcı olana yapar.

Bu sebeple "Ne dünya umurundan (işlerinden) kazandığına memnun, ne de kaybettiğine mahzun olur."

Her işinde, "Rabbim razı olsun, yeter!" diye düşünür, "O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok!" der. Zaten Rabbini razı eden, başkalarını da memnun ve mutlu eder.

Kul Hakkından Titrer!

Kul hakkı yeme korkusu, vasıflı dindarı titretir. Daima üç kuruş az kazanmaya razıdır. Gönül kırmaktan hep uzak durmaya çalışır. Bağışlanması çok zor olan kul hakkını yemektense, az kazanca ve kendisi kırılmaya gönüllüdür.

Günümüzden 55 yıl önce, gazete haberi olmuş böyle bir güzellik yaşanmış İstanbul'da…

Artvinli Hasan Efendi Kocamustafapaşa'da, ihale ile bir bina satın alır. Satış gerçekleşir, binanın tapusu da artık elindedir. Fakat bina ihale ile ve avukatı aracılığı ile satın alındığı için içi rahat etmez. Uzman bir mühendisi, binaya fiyat biçmesi için görevlendirir.

Görevli mühendisin binaya biçtiği fiyat, kendisinin ödediği miktardan bin lira daha fazladır. O zamana göre çok önemli bir paradır. Fakat Hasan Efendi'nin vicdan rahatı, bu 1000 liradan daha önemlidir.

Binanın hissedarlarını bulur, hepsine bu bin lirayı paylaştırır:

- Kanunen binayı 1500 liraya aldım ama vicdanen 1000 lira daha ödemek mecburiyetindeyim! Der.

İşte bu Artvinli Hasan Ağa, Tema Vakfı'ndan tanıdığımız muhterem Nihat Gökyiğit Beyefendi'nin babalarıdır.

Artvinli tüccar Hasan Efendi neden böyle bir fazileti gösterebiliyor? Çünkü bu inanç ve onun dışarıya ahlâk güzelliği olarak yansıması babasından bir mirastır.

Babası Artvin'de dürüstlüğü ile tanınan bir tüccardı. Ermeni tehciri sırasında o da benzeri bir güzelliği bizlere hatıra olarak bırakmıştı…

Varlıklı bir Ermeni, göç emrini alınca bu zata gelir ve der ki:

- Bildiğiniz üzere, biz bütün malımızı mülkümüzü bırakıp gitmek zorunda kalıyoruz. Ben mevcut gayr-ı menkullerimi 30.000 altın karşılığı sana bırakayım. Senden başka kimsenin de gücü yetmez. Sen almazsan öylece bırakıp gitmek zorunda kalacağım.

- Peki! Parayı hazırlayıp getireceğim! Der bizim tüccar...

Dediği gibi de yapar. Ermeni çok sevinir. Dualar eder, helâlleşip ayrılırlar. Fakat bu muhteremin içi bir türlü rahat değildir. Hesap eder kitap eder, Ermeni'nin sıkışarak bu fiyata sattığı mallarının, en az 10 bin alım fazlasını edeceğine hükmeder.

Ve bu parayı da hazırlayıp Artvin'i terk etmesine ramak kala Ermeni'ye verir. O zaman bu hakperestliğe o Ermeni Osmanlı vatandaşı hayret etmiştir ama simdi neredeyse, bizler de inanılmaz buluyoruz.

İşte vasıflı dindar bu idi... Hâlâ da budur...

Vasıflı dindar, düşmanına bile dosdoğru davranan adamdır. Çünkü o, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hud, 112) emrini Rabbinden alınca, '"Bu sûre beni ihtiyarlattı!" ( Tirmizi, Tefsir, sure 56) buyuran Yüce Resûl'ün bağlısıdır.

Vasıflı dindar, en önemli uyarıyı bile incitmeden yapabilen bir nezâketin temsilcisidir. Nezaketi bir üslûp inceliği olarak yansır muhatabına...

70 yıl önce, küçük ve yemyeşil bir Anadolu şehrine genç bir hakim tayin edilir. Şehrin eşrafından bir ticaret adamı, bu genç hakimi evine yemeye çağırır. Güzel bir gündür. Evlerin geniş bahçelerini dolduran meyve ağaçlarının dalları sokağa kadar sarkmaktadır. Bu güzel meyvelerden birine uzanan hakim, bu gün görmüş vasıflı Müslüman'dan şu çok nezih ikazı alır:

- Hakim Bey bu bahçe bize ait değildir. Bizimkisi iki bahçe sonradır...

Hakim Bey elini çekiverir. Yüzü hafifçe kızarır ama bu uyarı üslûbuna da hayran kalır. Yarım asır sonra der ki:

- Meslek hayatımın ilk gerçek ve uygulamalı hukuk dersini bu Zat'tan aldım ve asla bir daha unutmadım...

Vasıflı dindar, yaratılanı, Yaratan'dan ötürü hoş gören ve seven bir anlayışın insanıdır. O günaha kızar, günahın kötülüklerine düşmanlık eder ama günahkârı sever. Günaha düşman, ancak, günah işleyen kişiye dost olur. Bu dostlukla, günah ile günahkârı birbirinden uzaklaştırmaya çalışır. Meselâ, içkiye düşmandır ama alkolik adama dosttur, sevgi gösterir. Çünkü o kötü alışkanlığın esiri olan, ancak sevgi ve dostlukla kurtarılabilir.

Vasıflı dindar, günahları açan, ilân eden ve bundan zevk alan bir kişi olamaz. Tam tersine o, günahları örter. Hataları, kusurları, günahları eşelemek ve teşhir etmek istemez. Bu gibi olumsuzlukların sahiplerine merhamet eder, acır. Kurtulmalarına duacıdır, yardımcıdır...

Zarar verene zarar vererek aynı derekeye düşmek istemez. Isıranı ısırma küçüklüğüne tenezzül etmez. Bunaldığı zaman, "Ne yapayım. Allah yaratmış" der, olumsuzluklara karşı sabrını bereketlendirmeye çabalar.

Vasıflı dindarda Allah'ın güzel isimlerinin tecellisi görünür. Meselâ vericidir. Karşılığını Rabbinden bekleyerek verir. O bilir ki, "Veren el, alan elden üstündür."

Verdiklerini başa kakıp da onların manevî getirisinden kendisini mahrum etmez. Çünkü vasıflı dindar, yaptığı hayrı, verdiği zekâtı, sadakayı hemen unutan ama kendisine yapılan iyiliği unutmayan bir şahsiyettir.

Ölçüsü takvadır, insanı ancak ahlâk, fazilet ve takva bağlılığının üstün kılacağını bilir. Bu sebeple insanları değerlendirirken, makamlarını, paralarını ve etnik köklerini değil, maneviyatlarını dikkate alır. Asalet ahlâka bağlılıkta Cenab-ı Hakk'a kullukta, Resulü'nün yaşadığı gibi yaşamaktadır.

Vasıflı mü'min, mütevazîdir. Gül bitirmek için toprak olmaya razıdır.

Hizmetle öne çıkar, ücret zamanı geride durur.

Mütefekkirdir. Kâinatı bir kitap gibi okumayı bilir. Eserden müessire giden yolu gönül gözü ile de görür. Sürekli Rabbi ile olmanın iç huzurunu dolu dolu yaşar. Bu sebeple başkalarını üzen ve korkutan birçok şey onun gözünde hiçtir.

Allah'a iman, kalbinin cenneti olur. Bu huzuru tattığı için, asla yalnızlık duygusu çekmez, ümitsiz olmaz. Çünkü Allah'la beraber olan asla yalnız değildir.

Diğer mü'minlerle öncelikli ortak paydası, ticaret, siyaset, ırkî bağlar değildir. Din kardeşliği ile Tevhid inancı etrafında sarsılmaz bir kenetlenmenin kopmaz halkasıdır.

Bundan dolayı bütün mü'minleri bir vücudun azaları gibi görür, dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle bayram eder.

Vasıflı Müslüman, müteşebbistir, çalışkandır. Ama asla ihtiras sahibi değildir.

En iyi neticeyi almak için, bütün helâl ve meşru yolları dener. Ancak netice ne olursa olsun razıdır.

Kanaatin bitip tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu bilir. Rızkın Allah'a ait olduğunun, ecelin şekil ve vakit olarak bir olduğunun idrâkindedir.

Vasıflı dindar, herkesin iyiliğini isteyen ve buna elinden geldiğince çalışan bir yeryüzü meleğidir.

Vasıflı dindar gönül adamıdır. Beklenen adamdır.

Gönüllerin daima özlediği ve beklediği adamdır.

Teselli veren adamdır.

Gönlündeki iman zenginliği ile her daim mütebessim adamdır. Neşe ve huzur veren adamdır.

Sevgiyi seven, düşmanlığa düşmanlık eden adamdır.

İki gününü eşit etmemek için, sevgi yolunda her gün ileriye doğru giden adamdır.

Dünya maddeten ve manen yaşanılabilir bir yer olarak kalacaksa, vasıflı dindarların sayılarının çoğalması gerekiyor demektir.

Peygamber Efendimzin (sav) Örnek Ahlakı hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

Vehbî Vakkasoğlu
 


Diğer Windows Live™ özelliklerine göz atın. Sadece e-posta iletilerinden daha fazlası

Tamamıyla yeni Windows Live Messenger ailesine katıl Buraya tıkla!

Tamamıyla yeni Windows Live Messenger ailesine katıl Buraya tıkla!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: