2 Temmuz 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) hayırlı cumalar baki selamlar dua ile ALLAH'a emanet olun gönül dostlarım


 Bekaya Yelken Açmak
eski cami 
  BİR GÜN Rabbimizin yarattığı eşsiz güzellikteki bir gün batımına yelken açsak beraber. Dualarımızı yelkenlerimizi şişiren rüzgarlar gibi görsek. Yüzümüzü okşayan tatlı bir akşam esintisine amors durup, martıların kurşuni parıltılarını seyretsek sessizce..

Zaman, bereketi yaren edinse kendine ve en azından böylesine güzel anlara özel, daha bir ağırdan akıp gitse o gün yörüngesinde.. Hayal bu ya. Dualarımızın sürüklediği gemi, özgür bir ülkenin rüya limanına ulaştırsa bizleri.. Rüyaların,hayallerin ve düşlerin gerçek olduğu bir mekana..

Suyu başka güzel, havası başka güzel, denizi başka özel bir coğrafyada demir atsak yeniden hayata. Belki varılması gereken "üç deniz ötesi" bir mesafe var hayallerimiz ile aramızda. Yeni ufuklar, yeni hayaller kim bilir hangi mekanda, hangi sırlarda?

Kim bilir?belki de ,ulaşılmazların hepsi sadece bir adımın sonrasında. Küçük bir cesaret, ufak bir hamle ve ötesinde Kaf Dağı'nın arkasındaki sonsuz güzellikler karşılayacak belki de bizleri.. Üç deniz ötesi bir memleket diyorum. İnsanları ahlaklı, eğitimli ve edebli ve hepsinden önemlisi imanlı.

İnsanı kamile çıkan merdivenlerin giriş kapısının açılış şifresi iman. İman olmadan, yükseliş yok, iman olmadan açılan kapılar yok, iman olmadan denizleri, kaf dağlarını aşmalar, kavuşmalar yok! İşte vardığımız memleket imanlı insanların memleketi.. duyduğumuz sesler hep güzel, işittiğimiz sesler hep ümit var.. Kavgasız, gürültüsüz ve en önemlisi hasetsiz, yalansız! Dürüstçe bir yaşam.. Adaletle, huzurla…

Zamana ve zamanın içindekilere inat çıkalım bu yolculuğa seninle. Bir yelkenliye binip, hayat denizinin zorluklarına rağmen, zamanımızdaki dünyanın karmaşasına rağmen, sürekli her şeyin nefse hitabına rağmen, cesaret gerektiren bir yolculuğa çıkalım hep beraber… Var mısın?!!

Var mısın bugünden tezi yok kendine evrensel ahlak ilkelerini rehber edinmeye. Var mısın her güne bir hadisin rehberliğinde başlamaya ve o gün kutup yıldızın olan o hadise uygun bir ameli nefsine zor gelse dahi uygulamaya?! Tatlı bir bahar yolculuğu bu aslında.. hani şu çiçeklerin baş döndüren kokularıyla arzı endam ettikleri. Telaşlı bahar kelebeklerinin oradan oraya uçuştukları zaman dilimlerine milat eden yolculuklar misali..

Bahar geldi memleketime. Baharlar gelsin yüreklerimize ve nefislerimize.. kışın üşümekten çekinenlerin dahi güneş altında üşümekten keyif aldıkları zaman dilimleri şimdi. Herkesin sanki sabah mamurluğunu attığı, silkinip ayıldığı vakitlerdeyiz.. tazecik tüm kainat, tazecik tüm zerreler. Aynen öylede, tazelenmeli insan.. tatlı bir bahar rüzgarını, yelkenlerini şişiren dua rüzgarları bilip daha bir cesurca değinmeli meselelere. Daha yürekten kuşatabilmeli kainatı. Hayat denizinde daha fazla sorumluluk alabilmeli. Yılmamalı, pes etmemeli..

Başları secdeyle buluşturmanın vakti şimdi. Toprağa iyice yapışıp, ne dediğini duymaya çalışmanın tam zamanı. Ayakkabılardan feragat etmenin, nefsin zincirlerini kırmanın ve doğaya koşmanın zamanı..

Bir gün Rabbimizin yarattığı eşsiz güzellikteki bir gün batımına yelken açsak beraber. Dualarımızı yelkenlerimizi şişiren rüzgarlar gibi görsek. Yüzümüzü okşayan tatlı bir akşam esintisine amors durup, martıların kurşuni parıltılarını seyretsek sessizce.. bekaya açılsa yolculuğumuz.. o gün bugün olsa hatta daha fazla bekletmeden zamanı ve kainatı, inebilsek özümüze..

Kavuşabilsek mayamız olan toprağa ve Yaradan'ın davetine.. Var mısın? yakamozların deniz üzerinde bin bir ışık oyununu sergilemesinde tefekkür edelim… Sonra hakiki bir secde-i rahman ile, sanki toprakla kucaklaşıyormuş gibi başlarımızı secdeyle taçlandıralım. Noktada başlayıp noktada bitecek olan şu kısa hayat çizgisinde bizi biz eden ve edecek olan namazı dosdoğru kılanlardan olalım..

Bugün Rabbimizin yarattığı eşsiz güzellikteki bir secdeye icabet etsek… Sonra alınan ilk bilet misali bu keyifli yolculuğun ve bizdeki tezahürlerinin farkına varsak.. Bir cesaret, bir niyet ile başlayacağımız bu eşsiz yolculukla bekaya aç olan nefsi tatmin edebilsek…

Bekaya yelken açmanın diğer adı gibi namaz...
 
Öznur Çolakoğlu ÇAM

"Kıl beni ey <span style=


 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Azizler ve zeliller

"İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk'ın meşietine ve iradesine bağlıdır." Sözler

İzzet ancak Allah'tandır, kimde ne izzet varsa, O'nun ihsanı... Zillet de ancak Allah'tan, kimde ne zillet varsa O'nun vergisi...

İzzet tacı da zillet gömleği de O'nun hazinesinde... Bunları mahlûkatına sıra sıra giydirir... Önceki günün azizleri, dün zelil oldular. Bugünkü azizler de zilleti tadmak için yarını bekliyorlar...

Etrafımız, bu iki ayrı tecellinin misalleriyle kaynaşmada...
Bir meyve ağacı yazın yaprak, çiçek açar, meyvelerle bezenir; seyrine doyum olmaz. Kış geldi mi herşeyini soyunur, kuru bir iskelet kalır. Başına karlar yağar, gölgesinde kimsecikler oturmaz. Şu var ki, o ne ihtişamıyla mağrur olur, ne de perişanlığıyla mahzun. Bu hâliyle bize şu dersi verir:
"Ben Allah'ın askeriyim. Beni yokluktan varlık âlemine O çıkardı. Dilerse dallarımda izzet çiçeklerini açtırır; isterse üzerime zillet karları yağdırır. Benim iç dünyam her iki halde de değişmez. Ben O'nu daima tesbih ederim. Mevsimlerin değişmesiyle tesbihim de değişir, o kadar. Gerçekte sizin de benden pek farklı bir yanınız yok. Siz de çekirdek, fidan devrelerinden geçtiniz; olgunluğa erdiniz. Sizde de çeşitli çiçekler açtı. İlminiz, sanatınız, servetiniz ayrı birer çiçek gibi. Benden farkınız şu ki, siz bu güzelliklerinizle mağrur oldunuz. Takdirden hoşlandınız, tenkidden üzüldünüz. Gün gelir, sizin de devranınız döner, gücünüz kuvvetiniz azalır, sıhhatiniz bozulur. Hayatınızdan bu çiçekler döküldükçe siz üzülür, mahzun olursunuz, derken iyice ihtiyarlarsınız. Sizi seyredenler, 'ne halden ne hâle düştü' diye mırıldanırlar. Siz bundan çok rahatsız olursunuz. Takdire alıştırdığınız nefsiniz, bu hâle tahammül edemez. Halbuki ben, izzeti de zilleti de Allah'tan bildiğim için, insanların övmesi ile yermesini bir tutarım. Siz bunu kolay kolay başaramazsınız. Nefsiniz buna mânidir. Şeytanınız buna fırsat vermek istemez."

Bu izzet ve zillet safhalarından geçen, sadece meyve ağaçları değildir. Güneş de doğarken azizdir, batarken zelil... Bahar gelirken azizdir, giderken zelil.. İnsan yürürken azizdir, uyurken zelil...

Bir meyvenin gündüz ve gece iplikleriyle dokunması gibi, insan ömrü de izzet ve zillet cilveleriyle nakışlanıyor, örülüyor, şekil alıyor.

Nutfede zillet hâkim, alâkada ona göre bir izzet cilvesi var. Dokuzuncu ayın sonunda insan, o rahim âleminin en izzetli devresini yaşamakta... Derken dünyaya geliyor ve bu yeni hayatın en zelil devresine adım atıyor.

Çocukluk, gençlik derken olgunlukta bir izzet tecellisi görülüyor. Onu takip eden ihtiyarlık, zillet ve hakaret yüklü... Derken, ölüm... Zilletin doruk noktası ve imanla göçenler için izzetin ilk basamağı... Önünü göremeyen ihtiyar, ölünce Cenneti seyre başlıyor. Bu izzeti bir yeni zillet takip ediyor:Surdan korkma ve mahşere fırlama safhası...

Mahşer:Dünyanın mahsül verdiği bütün azizlerin zelillerle karışık olduğu müstesna meydan, eşsiz toplantı, benzersiz muhasebe. Herkeste heyecan, herkeste korku!

İnsan dünyada ne kadar izzet taslamışsa, orada o kadar zillet çekecek.. Başını burada ne kadar dikmişse orada o kadar fazla eğecek.. Ne kadar harcamışsa, o kadar hesap verecek. Ve sonunda bütün azizler bir yana, bütün zeliller bir yana ayrılacak. Mü'minler, Allah'ın azizler diyarı olarak terbiye ettiği Cennete doğru şevkle yol alırken, münkir ve müşrikler, zeliller diyarına, Cehenneme düşecekler... "İzzet ve zilletin ancak Allah'tan olduğu" hakikati bütün haşmetiyle görünecek.

Evet, Muizz ve Müzill ancak Allah'tır, izzet veren de, zelil eden de O'dur.

Başa izzet veren O olduğu gibi, ayakları en aşağı atan da yine O. Kulun Allah'a en yakın olduğu secde ânında, başla ayak bir hizaya gelir. İzzetle zillet birleşir, kahırla lütuf bir olur. O azâlâr, bu halleriyle, "Muizz ve Müzill ancak Allah'dır" derler.

Karıncalar yerde sürünürken, arılar havada rakseder. Onlar da bu halleriyle "izzet ve zillet ancak Allah'tandır" mânâsını birlikte yâd ederler. Derken bir de bakarsınız, birkaç karınca bir arının cesedini sürüklemekte, yuvalarına taşımaktalar. Azizle zelil yer değiştirmiş...

Bu manzara da aynı hakikatı haykırır: Muizz ve Müzill ancak Allah'dır.

Otobüste veya takside koltuğumuza kurulurken, bu izzetin Allah'dan geldiğini düşünmeliyiz. Az sonra bir trafik kazasında vefat edebiliriz. Ve bedenimiz bu defa bir başka vasıtanın bagajına atılır, diğer eşyalar gibi...

Öyle ise üzerimizde izzetin tecelli ettiği dönemleri çok iyi değerlendirmek mecburiyetindeyiz..

Aziz iken Hakk'ın dergâhında zelil olalım ki, zelil olduğumuzda O'nun lütfuyla yine izzete kavuşalım.



 
 
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Zamanda Erimemek

Oltalar atılmada denize…

Denizin bağrı, balıkların ağzı yarılmada.. İnsan ise avlanmanın derdinde… Avlanan balık, avlayan ise, insan mı gerçekte de?

Zaman geçiyor; balıklar avlanırken, oltalar atılırken, ben yazarken… Zaman geçiyor; asırlar, devirler devriliyor… Ve insan…

 "Ve'l asr! İnne'l-insane lefî husr: Asr'a yemin olsun ki, insan muhakkak büyük bir hüsrân içindedir."

 "Fe eyne tezhebûn: Nereye gidiyorsunuz?"

Ve insan hep aynı… Sürûruyla, hüznüyle, dermanıyla, derdiyle, hırsıyla, kanaatiyle... Ve insan, hep aynı tezatların içinde...

Öyleyse değişen ne? Sadece asr mı? Öyleyse değişen sadece dünyanın şekli mi?!

Asr-ı saâdet arıyor asırlar! Ya insan bu arayışın neresinde?!

"– Zamanın neresinden tuttun?" diye sorarken kendime, yine kaçırıyorum ânı elimden, akıp giden nâzenin bir ipek misâli… Soruyorlar Üveys el-Karânî'ye:

"– Nedir sabrettiren, seni sabaha kadar uykusuz?"

Cevap zamanı aşarak, zamanı "hiç"leyerek geliyor.

"– Daha Sübhân'ı zikredemeden secdemde gece bitiyor!.."

Yetmeyen, tükenen zaman değil aslında; insan… Yüreklerimiz tükeniyor, ruhlarımız yitiyor bu hengâmede… Mesele, zamana:

"– Geç git, ben buradayım! Ben sende yokum, sen geç git!" diyebilmede… Ve geçip gitmesine rağmen o saâdet asrına erişebilmede…

 "Allâh'ı anarken eritsem ânı,

Geç git, ey dünya!.." desem…

Çevremde olup bitenler, mekânla sınırlı kalsa ve ben gönlümde mekânsızlığı bulsam..  Allâh'ın evi olan mekânsızlığı ve gönlümü seyretsem sadece...

Sığınağım; altmış üç yıla yüz yirmi dört bin peygamberin hülâsasını sığdıran Nebî! Mîraçta geçmişi, ânı, geleceği cem'eden Sevgili -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Şu yaşadığımız devrin ötesine geçip Seni -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Seni Seçeni -celle celâlühû- bulmak, ölümden evvel mevtâ olmak nasip olur mu?! Her türlü dertten, dermandan, hırstan ve hatta kanaatten felâha ermek sadece seçilenlere mi has yoksa?

"Ey Rabbim! Eğer Senin merhametini yalnız sâlihlerin ümîd etmesi gerekiyorsa mücrimler kime sığınsınlar? Ey yüce Allâh'ım, eğer Sen yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yakarsınlar?" (Hz. Mevlânâ)

Ey güzel Allâh'ım!.. Şu hayatı, dünya imtihanını aşıp Zât'ına varabilmeyi, Zât'ına varışın, kullarının katında da vesîlesi olabilmeyi nasip et! Zamanı varlığında yaşayıp yaşatanlardan olmayı ihsân et! Şüphesiz Sen ihsanı bol olan, Sana yöneleni Sensiz bırakmayansın… Âmin…

 
 
Huri Eryılmaz
 
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 

Suskunluğumu bozuyorum, işte Deniz Feneri

 
Gittiğim huzurevinden huzur bulamadan ve bir daha gitmeye güç bulamadan ayrılmıştım. Hele kimsesiz çocukları ziyarete gitmem, bir daha asla böyle bir ziyaret yapamayacağımı anlamama yetip de artmıştı bile.

Ama beni oralara çeken şey peşimi bırakmıyordu, birşeyler yapmalıydım. Lise hayatım yeni bitmişti ve bu boşluk içimde bir yerlerde gittikçe büyüyordu. Biliyordum ki, çok şey yapamasam da, elbet 'bir şey' yapabilirdim ve kimbilir belki bu birşey, birileri için önemli birşeydi?

Ramazan ayında televizyonda bir program yayınlanıyordu yıllar yıllar önce. Şehir ve Ramazan isimli bu program alışılmadık bir formatta ilerliyordu. Madem Ramazan'dı, madem "Ramazan bu şehirde nasıl yaşanırdı?" sorusunun cevapları aranıyordu, konu dönüp dolaşıp yardıma geliyordu elbet. Gecenin bir vakti ıssız sokaklarda kimler dolaşır sorusuna artık bir cevap daha ekleniyordu. Marketleri veya programı izleyip telefon açarak "bu da benden" diyenlerin evlerini dolaşıyor, tespit ettikleri yerlere Hızır gibi iniveriyorlardı. Gece vakti kapı çalıyordu ve çok büyük ve fevkalade bir oluşumun ayak sesleri duyulmaya başlıyordu. Çünkü bir milletin yıllardır uyuyan hamiyeti uyanıyordu.

O kadar çok arayan oluyordu ki, bu işin Ramazan ayıyla sınırlı kalmasına gönülleri razı olmuyordu. Sonra gelenler öyle birikiyordu ki, bir televizyon programı bu yükü taşıyamıyordu. Hayatını bu işe adayacak birkaç yürek gerekiyordu ve işte Deniz Feneri diye bir dernek kuruluyordu. Karanlıkları aydınlatsın diye... Ve bu küçük ama parlak ışık tam yüreğimin içine göz kırpıyordu...

Programın sunucusu Türkiye'de ilk kez yapılan 80 ilde 500 köye ulaşma projelerini anlatmak üzere bir konferansa davet ediliyordu, yine yoldan geliyordu.. Anlattıkları ve tabii gördüklerimiz, artık neyi bekliyorsun diye yankı buluyordu içimizde. Ve böylece, pek kimselerin bilmediği, gözden uzak ve küçük bir daireye çıkıyordu yolum. 17 yaşında, bir küçük oluşumun küçük ve yeni gönüllüsü olarak büyük bir sükun buluyordum. İşte aradığım bu diyordum. Benim gidemediğim, gidemeyeceğim yerlere gidiyorlar, benim yapamadığım yardımları yapıyorlar, benim bulamadığım ihtiyaç sahiplerinin aklıma bile gelmeyecek ihtiyaçlarını tespit ediyorlar ve en önemlisi bunu herkesin gözü önünde gayet açık şekilde yapıyorlar. Herşey samimi ve yakındı, işte buradaydım, kapıları bana açılmıştı, herkesin yapabileceği birşey vardı ve bu kapı isteyen herkese de açıktı.

İlk yaptığım iş, arı kovanı gibi işleyen o küçük odada, tek başına üç kişinin işini yapan görevlilerin masasından bana düşen açıklıkta gelen istek mektuplarını okumak olmuştu. Fakirliğin bir kokusu olduğunu hayatımda ilk kez duyumsuyordum. İlaç kutularının arkalarına, fotokopi kağıtlarının boş kalan kısımlarına, çocuklarının defterlerinin kapaklarına vs. akla hayale gelmeyecek mektup 'kağıt'larına yazılan mektuplar görüyor, o çarpık ve eksik yazıları okurken gözlerimi kendimden kaçırıyordum. Bir insanın derdi, feryadı, hâceti, umudu, hayali, ellerimdeydi.

İlk günler zordu, alışmak zordu ama, artık bu yükü benim aciz yüreğim taşımıyordu. Gün geçtikçe çığ gibi büyüyen bir birlik vardı, burada hüzün heyecana yakındı, çünkü yakında o elimde tuttuğum şey onun serüveninin başlangıcı olacaktı.

O kadar çok ihtiyaç sahibi vardı ki... Ve o kadar çok vermeyi özleyen, güvenmeyi özleyen, yıllardır böyle sahneler görmeyen... Dernek büyüdü. Birlikte taşıdık derneği bir inşaat sahasına. Bittiğinde kocaman bir tesis gibi olacaktı. Bölüm bölüm bitti, yavaş yavaş yerleştik. Herşeye en baştan başladık. Biz gönüllüler, her işte vardık. Kimse siz kimsiniz demiyordu, kimse şüphe duymuyordu, kimse çekinmiyordu, kimse yorulmuyor, kimse karşılık beklemiyordu. Öyle bir uyum vardı ki, kim gönüllü kim çalışan, çoğumuz bilmiyordu. Zaten çalışanlar da gönüllüydü burada, bu kadar iş bu kadar karşılığa, hem de böyle bir tempoyla... Hepsi alınan sayısız duadan ve hazdan dolayı buradaydı. Harika bir yerdi burası, herkes herşeyin farkındaydı.

Bu kadar samimiyete rağmen işler çok da sıkı tutuluyordu. Her aile için dosya açılıyor, her hareket herkesin ekranına düşüyordu. İlk kez kullanılan bir işletim sistemi uygulanıyordu. Yine ilk kez tüm yardımlara barkod koyuluyor, bağışçıdan çıkan herşey adım adım bilgisayara işleniyordu. Sözgelimi ben 100 ayakkabı bağışladıysam ve o ayakkabıyı bugün hangi çocuk giyiyor diye merak ediyorsam, bana tek tek liste çıkarıyorlardı. İşler mükemmel ilerliyordu. Ödül üstüne ödül alıyordu dernek. Kalite belgeleme sistemlerinin tümüne sahip ilk dernek oluyordu, kamu yararına çalışan ilk dernek, kendi talebiyle uluslararası 4 ayrı denetim kurulunca denetlenecek kadar şeffaf çalışan ilk dernek...

İnsanlar ilk kez böylesine güvenmenin mutluluğunu yaşıyordu, yardım köprüsünün bir yerinde yer aldıkları için seve seve. Öyle bir oluşuma dönüşüyordu ki, yapılan yardım miktarı birçok ülkenin milli gelirini aşıyordu. Birileri anlamıyordu, bir delik arıyorlardı, ama bizler öyle korkusuzduk ki, sadece önümüze bakıyorduk ve tabii bu kadarını asla beklemiyorduk.

Çamur at izi kalsın... Çamur temiz birşeye atılır zaten, çamurlu birşeye çamur atma gereği duyulmaz, sonra dertleri attıkları şeyin çamur içinde kalması da değildir, beyaz olduğunu onlar da bilir, izi kalsın yeter derler, aymazca.

Aylardır susuyorum. Birinin çıkıp hepsinin rüya olduğunu söyleyeceğine inanmam, ortadaki bu tarifsiz karalama kampanyasına inanmaktan daha inanılır geliyor çünkü bana. İftira bekliyorduk, ama böylesini değil. Karalarlar diyorduk, ama bu kadar değil. Yıllardır ortadayız, çok kalabalığız, lokal kalırlar diyorduk. Bütün bir basının her gün, her sayfada, her haberde bir görev ifa eder gibi üzerimize çullanmasını beklemiyorduk.

Bir günde 18 tane iftira köşe yazısını aynı gazetede görmeyi kimse hayal edemez değil mi? Hakkımızda dava bile açılmamışken, savunma değil konuşma hakkı bile tanınmadan, biz ne olduğunu anlamaya bile mecal kalmadan böylesi bir linç; kimse anlamıyordu. Herkes hayret içinde seyrediyordu sadece.

Şaşkındık, ama umudumuz vardı. Fâsıktan gelen haber etkilemez diyorduk bunca emeği. Herkes gözünün gördüğüne değil, söylenene inanmayı tercih etti. Yıllarca emek emek, dua dua, uykusuz geceleri, sağlığını, evini barkını bu yola feda eden nice güzel gönülleri, bu kadar belgeyi, bu kadar gerçeği görmezden gelemezler dedik. Yanıldık. Hakkımızda dava açılsa diye sabırsızlandık. Ki kendimizi savunalım... Ortada bize açılan, suçlandığımız bir dava bile yoktu ki!

Ben yıllardır bu dernekteyim. Her gün rekor telefon gelen çağrı merkezinde telefonlara bakmaktan, 23 Nisan'da çocuklar için şenlik hazırlamaktan, koca derneğin arşivini dosya dosya bilgisayara işlemekten, yardım kolisi hazırlamaktan, çocuk giydirmekten, büyük organizasyonlarda tanıtım standı kurmaktan proje geliştirmeye varana kadar daha birçok dalında çalıştım, çalıştık. Her departmanından dostum var benim. Kapıda duranından, yönetim kuruluna kadar...

Keşke bir tek yanlış görseydim, bir hata. İçimin hayret yangınına su diye dökseydim.

Sonra elimle dosyasını doldurup yardım almasına sebep olduğum, derneğin hayatını kurtardığına şahit olduğum bir sürü insan. Bu insanların eline verilen kira, boğazından geçen lokma, derdine derman ilacı, çoluğun çocuğun ihtiyacı.

Hepsini harcadılar bu büyük patronlar. Büyük bir oyun kurdular, yine kazanamadılar ama, bir gün bile yaşamadıkları ne kadar güzel his varsa hepsini tek başına taşıyan bu köprüyü yıktılar, arkalarına bile bakmadılar. Dernek kan kaybetti, itibar kaybetti, ama en kötüsü bu insanlar derneğe uzattıkları ellerini ilk kez havada ve boş olarak gördü. Ve her kesimden milyonla insanın yüreğine emek emek işlenen güven duygusu bombardıman altında yok edildi.

Bir kez merak etselerdi keşke, derneğin yurtdışında şubesi var mı, bu dernek denetlenir mi, bu dernek hakkında suçlama var mı, kesinleşen karar var mı? Bir kez derneğin sayfasını tıklasalardı, on saniye ayırsalardı. Yazık.

Suskunluğumu davanın sonucunu beklemeden bozdum. Çünkü Baykal, Deniz Feneri Derneği'nin açtığı davada bir savunma yaptı, kanımı dondurdu. Aylarca tek konuşma konusu eylediği bu konuyu şöyle bağladı. "Ben Almanya'daki derneği kasdettim, Deniz Feneri Derneği üstüne alındı, ben onu suçlamadım ki!"

Bu kadar basit, öyle mi? Yalan söylemek ya da söyleyememek, yaptım da ne oldu havalarına bürünmek, böyle basit demek ki... Keşke sunacağı bir belge olsaydı, tabii efendim haklıyım, bunlar şöyle yaptı böyle yaptı diye sıralasaydı, yalandan bile olsa, bir iddiası olsaydı...

Ama olamadı. Sadece basit bir geçiştirme ve pembeye boyanmış bir yalan.

Şimdi fâsıktan gelen habere kanıp da derneğe sırt çevirenler ne düşünecek bilmiyorum. Hüküm vermeden önce bir on dakikasını anlamak ya da görmek için ayırmayanlar, ne diyecek..

Aylardır kirasını veremeyenlerin, sofrasına yemek gelmeyenlerin, boğazından lokma geçmeyenlerin âhını kim geçiştirecek peki? Hangi yalanla, çamurla örteceksiniz bu vebali?

Ben yine susuyorum, sadece bir hikâye paylaşacağım sizlerle. Bir anı, yıllar önce yazılmış. Aylardır derneğe atılan çamurdan nefessiz kalan bir garibin hikâyesini görmeniz için ve sonra bu savunmayı tekrar okuyunca beni anlamanızı istediğim için.
 
Nuriye ÇAKMAK


 

 

Işık'ın hikâyesi



 
 
SOĞUK BİR Ramazan gecesi, ablam, eniştem ve minik yeğenimle dışarıdayız. Aklımızdan bir hayır geçmiş. Evim nere, burası nere? Bizi yola düşüren şey 'nasip'miş..

Bu gece, ilk kez bir süpermarketten hafiflemiş olarak çıkmanın şaşkın sevinci var üzerimizde. Ramazan kolisi dağıtma niyetiyle Deniz Feneri Derneğini arıyor, çevremizde bulunan kayıtlı ailelerden birkaçının adresini istiyoruz. Elimizde adresler yazılı kağıtla dolaştığımız sokaklar, hep buruk sevinçler sunuyor bize. Her adreste bir hayat açıyor kapıyı.

Ama hayat nasiptir ya, kapılardan biri açılmıyor bir türlü. Adı geçen apartmanı defalarca dolaştığımız halde son aileyi bulamıyor ve belki başkasının nasibidir diye düşüyoruz yola.

Ve yol bizi başka bir nasibe taşıyor.

Lüks sitelerin gölgesinde olduğu için sanki daha da kaybolmuş bir gecekondu görüyor, ilginçtir ki, kapısını bulmakta zorlanıyoruz. Dairesini bulamadığımız diğer aile gibi... Bu koli nasibini arıyor diyor, pes etmiyoruz. Sokak içinde birkaç kadın ilişiyor gözümüze ve sohbet başlıyor. Evin kapısını soruyor, ama kapı değil, bir 'Işık' buluyoruz gecenin karanlığında.

Aradığımız evin sahibesi kadın kapıyı tarif etmiyor da, "Benim kocam var, çalışıyor. Siz Işık'a yardım edin" diyor. Ve böylece koli nasibini buluyor. Ayaküstü tanışıyoruz ve belge temin etmesini istiyorum Işık'tan. "Yine geleceğim" diyorum.

Gün ışıdığında Işık'ın evinin halini daha iyi keşfetme imkânı buluyorum. Camlarında cam yerine muşamba olan, altında mahallenin çöplerini taşıyan bir bina burası. Bir türlü bulamadığımız diğer kapının yerine, bu kırık kapıdan kaç kez gireceğimi hiç bilmeden ürkekçe giriyorum içeriye. Yıldız gözlü çocuklar bekliyor beni her defasında. Ve yaşlı bir teyze, dili dualı... Çoğu kez sobanın üstünde su kaynıyor oluyor ve çoğu kez akşam ne pişecek bilinmiyor.

Tedirginlik ve huzuru aynı anda yaşıyor ve Işık'ın hikâyesine kulak kesiliyorum bir soba ışıltısında...

Göçlerle geçmiş bir ömürden bahsediyor Işık. Asıl memleketleri Adapazarı olduğu halde iş umuduyla Ankara'ya giden ailesinden... Yaşlı teyzenin işsiz kocası ve iki oğluna bakmak için seyyar satıcılık yapmış olduğunu öğreniyorum. Teyze ilerleyen yaşına ve bozuk sağlığına rağmen hâlâ örgü örüyor, patik yapıp satmak üzere. "Işık" diyor, "öyle boş biri değil kızım, onun adını evliyalar koydu." Sahi ya, "Neden senin ismin Işık?" diyorum, "pek rastladığım bir isim değil?"

Beni bir hikâye de burada bekliyor.

Teyzenin oturduğu ev bir yatırın bitişiğindeymiş. Teyze etrafını süpürür, eli erdiği gücü yettiği ölçüde hizmetini görürmüş kabrin. İki oğlundan sonra bir kızı olsun diye bu türbede dualar ederken, rüyasında yatırı görmüş. Bir kızının olacağını ve ismini Işık koymasını söylemiş mübarek. Birkaç ay sonra Işık dünyaya gelmiş.

Teyzeden sonra devam ediyor Işık. Ankara'da toplam 9 sene kalan aile, işler iyi gitmeyince bu kez başka bir gurbete, yine iş umuduyla İstanbul yoluna düşmüş. İstanbul sürprizlerle dolu karşılamış onları ve burada siroz hastalığından babasını kaybetmiş Işık. Henüz üçüncü sınıfa gidiyormuş ve bir daha da hiç okula gidememiş. 17 yaşına geldiğinde mahalleden bir delikanlıya vermişler. Nişan olmuş, ama düğün olamamış karşı tarafın düğün yapacak parası olmadığından. Bir başka gurbet çağırırmış Işık'ı, kaçmış sevdiğine ve İzmir yollarına düşmüşler birlikte. İş bulmak için iyi bir fikir gibi görünse de, İzmir çok acı çektirmiş onlara. "Bu günden bile fakirdik" diyor Işık, İzmir'i anarken. Bir ara İstanbul'a eşinin abisinin yanına gelseler de, eşi burada da işten çıkarılınca, yine İzmir yolları görünmüş onlara. Birer yıl arayla 4 çocukları olmuş ve kocası bir gece ansızın kanlı bir tüberküloz nöbeti esnasında vefat ettiğinde, en küçük çocuğu bir yaşındaymış.

 

Kolu kanadı kırılan Işık, yine düşmüş yollara ve abisine sığınmış İstanbul'da. Ama uzun sürmemiş. Eve gelen yeni misafirleri haber alan ev sahibi kapıya dikilmiş: "Ya bu yeni gelenler gider, ya hepiniz." Abisi Işık'ı dört çocukla kapıya koymuş, elbet bir kapı bulur diye. Ama bulamamış Işık ve sokakta geçirdikleri geceyi hiç unutmamış çocuklar. Hikâyenin burasında ne kadar duygulandıklarını gözlemliyorum acıyla. Teyze, "O geceden sonra bir daha durmadım oğlumun yanında" diyor.

Sonra mahalleli duymuş sokakta geçen o geceyi. Tanıştığımız sokaktaki kullanılmayan bu eve almışlar Işık'ı. Camsız ve kapısız bir 'ev.' Birkaç parça eşya vermişler. Camlara muşamba, kapıya bir oda kapısı uydurmuşlar. Yaşlı anne de katılmış yanlarına, belki ilk kez aile olmuşlar.

Hikâyenin buradan sonrasındaki her ayrıntıyı birlikte yaşadık Işık'la. O gece Allah Deniz Feneri'ni çıkardı karşısına Işık'ın, evine kolilerle gıda geldi, çocuklara giysiler. Hatta kırtasiye seti. Işık ilk kez ışığı görecek mi derken bir haber geldi ev sahibinden. "Evi sattım" dedi, hiç merhamet etmeden. Kıştı, çocuklar okula gidiyordu, kiraya verecek parası yoktu. Bunların tek cevabı, "Yeni bina yapılacak, birkaç günün var" oldu.

Işık için kolları sıvadık. Dernekten kendisine verilen aylık miktar dahilinde bir ev bulmak çok zordu, ama şartları zorladık. Bir yandan Işık'a ev arıyor, bir yandan dördü de okula giden çocukları düşünüyorduk. Ümraniye'de bir ev bulduk. Ve Deniz Feneri yepyeni eşyalar getirdi, gıda kolilerinin yanında. Çocuklar o gün belki hiç olmadıkları kadar mutluydu. "İlk kez" dedi Işık, "ilk kez yeni birşeyimiz oluyor." Kıyamadılar oturmaya. Sadece ben izinliydim, zaten belki tek misafirleri de bendim.

Herşey yoluna giriyor, ışık göründü diyorduk ki, en küçük kızımız Merve babası gibi kanamalı bir tüberküloz krizi geçirdi bir gece. Işık ellerinde vefat eden eşini hatırladı ve o gün hastane günleri başladı. Merve'nin sürekli gözlem altında tutulması gerekiyordu. Işık'ı bu kez hastaneye yakın bir eve taşıdık. Ucuza ev bulmak imkânsızdı, sobalı bir bodrum katı olan bu ev için dernekten aldığı paranın tamamını ödüyor, hatta yetmiyordu. Kira artmıştı ve artık çocuğun daha iyi beslenmesi gerekiyordu. Bu arada kısa süreli bir işe girmiş, tam sevinirken işyerinin kapandığı haberini almıştı.

Bu süre içinde Deniz Feneri hep onların yanındaydı. Ama Işık, ışıktan hep uzakta kalıyordu. 2005 yılında "Yılın Annesi" olmuştu Işık. Bu durum maddi olarak birşey değiştirmese de hayatında, güzel bir moral olmuştu. Kim bilebilirdi, asıl anneliği gelecek senelerde sergileyecekti...

Bizi kanama geçiren Merve düşündürüyordu. Hastalık genetikti ve kanamanın ne zaman geleceği hiç belli değildi. Hem diğer üç çocuk için iyi bir koruma gerekliydi. Ama korkulan oldu, kısa süre önce evin tek oğlu Ramazan, Merve'yle aynı krizi geçirdi.

Işık tekrar yıkılmıştı. Daha kötüsü, teyze de bir kısmî felç yaşıyordu. Işık nereye yeteceğini şaşırmış durumda, bir yandan diğer evlatlarını düşünüyordu İzmir'deki o geceyi hiç unutmadan.

Doktor "Bunlara iyi bak" diyordu, çocuklar için. "İyi beslenmeleri lâzım. Evin havadar mı?"

Hepsi ciğerlerinden yaralı bu çocuklar, küf kokulu bu bodrumu bulduklarına şükrediyordu oysa. Deniz Fenerine her gün duacılardı, ama dernekten gelen fazlasıyla kiraya gidiyordu. Okula beslenmesiz giden çocuklar, et, süt, yumurta ve bal gibi kelimeleri sadece sağlık dersinde duyuyordu.

Işık'ı tanıyalı tam 5 yıl oldu. Her zaman aynıydı; dilinden düşürmediği şükür ve duası da... En zor zamanlarda, bana teselli veren oydu. Sürekli Deniz Feneri'ne dua eder, bir gün gelen yardım kolisi gözüne çok gelse, "Aman benden fakirin rızkıdır, yanlış gelmiştir, derneğe geri gitsin, ben zaten derneğe yük oluyorum, yüzüm yok" diye beni arardı. Sürekli söylediği "Yalan olmasın" sözü ne kadar hassas olduğunu göstermeye yetse de, beş yıldır bu hikâyede bir tek değişiklik bile olmaması bana her zaman Işık'ın gerçek bir hal ehli olduğunu hatırlattı.

Şimdi yıl 2009. O Ramazan gecesi yolumuzu birleştiren o nasip hâlâ bitmedi. İmtihanlar da. Evinize çok yakın bir yerde, her an aynı hastalığa yakalanabilecek, ikisi kanama geçirmiş 4 çocuğu ve felçli annesiyle yaşayan bir emektar anne var. Zam yapmayı düşünen ev sahibine, dernekten daha fazla para istemeye yüzüm yok diye cevap veremeyen ve elleri başında kara kara düşünen bir Müslüman kardeşiniz var.

Işık hep der ki, "Üzülme Nuriye, Allah rızkımızı kesse canımızı alır. Yaşadığımıza göre, bir yerde rızkımız vardır."

Işık'ın adının niye 'Işık' olduğunu çok düşündüm. O mübarek zât, bu kadar çileye sabreden bir annenin cennetteki durumunu mu kasdetmişti? Yoksa bir gün gerçekten bulacak mıydı umudun ışığını?

Bu hikâyenin sonunu bilmek imkânsız değil. Cevabı yüreğinizin bir köşesinde saklı belki de. Çözümü ise ellerinizde.

Nuriye ÇAKMAK



" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"

Windows Live tüm arkadaşlarınızla tek bir yerden iletişim kurmanıza yardımcı olur.

Windows Live™ Photos ile fotoğraflarınızı kolayca paylaşımı. Sürükle bırak
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: