Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.
Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.
Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.
Yâ Rabbî! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.
Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim! Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin.Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.
Yâ Rabbî! Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle. Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle. Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar.
Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.
Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin.Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).
Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."
Hz. Mevlâna son demlerinde iken, dostu Siraceddin Tatari´yi yanına çagırarak, kendisine su duayı ögretmis ve sıkıntılı zamanlarında okumasını tavsiye etmistir:
"Ya Rabbi! Bana ne senin zikrini unutturacak, sana şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver."Ey Merhamet edenlerin merhametlisi!Merhametinle bu duamı kabul et.
Hz. Mevlana´nın Sabah Namazından Sonra Okudukları Dua
Allah´ım kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır, gözümü nurlandır, saçımı nurlandır, derimi nurlandır, etimi nurlandır, kanımı nurlandır, önümü nurlandır, ardımı nurlandır, altımı nurlandır, üstümü nurlandır, sağımi nurlandır, solumu nurlandır, Allahım! nurumu artır, bana nur ver. Ey nurun nuru ey merhametlilerin merhametlisi Allahım merhametinle beni nur et.
(Bu dua, ismi güzel, cismi güzel, teni güzel, canı güzel, ruhu güzel, huyu güzel Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)´in dilindendir.) ------------------------------------------------------------------------------------------- Nasıl mutlu olmuştu?
Sekizinci yüzyılın ilk yarısıydı. Horasan'ın Belh şehrinde İbrahim adında bir hükümdar yaşardı. Kendisini alabildiğine dünya zevkine kaptıran bu hükümdar gönlünce bir hayat sürer, dilediği her şeyi yapardı. Fakat yaptığı hareketlerin Allah'ın emirlerine aykırı olduğunu düşündükçe üzülür, kendini için için yerdi. Aslında o hayatın kendisini mutlu ettiği de söylenemezdi. Dünyanın bin bir türlü zevkini de tatsa, neticede hepsi boştu. Birgün Allah huzuruna çıkacak, "Ey İbrahim, sana saltanat ve bunca imkânlar verdiğim halde, benim için ne yaptın?" derse ne cevap verecekti? O bir yana, daha dünyadayken bile tattığı lezzetlerin acısını çekmeye başlamıştı. Çünkü lezzetlerin bitmesi, yahut onların gideceğini düşünmesi lezzetleri acılaştırmaya yetiyordu. Devamı olmayan lezzetin ne kıymeti olabilirdi? Sonra iç dünyasını kemiren sıkıntı da ona bir türlü o lezzetlerin zevkini hissettirmiyordu. Saray, âdetâ bir zindan olmuştu. Aslında yaşadığı hayattan zevk alamayışının, doyamayışının tek sebebi Allah'ı hakkıyla tanımayışı, emirlerini tutmayışıydı. Onu tanımayınca saraylar bile zindan oluyordu. Birgün pencereden bakıyordu. Kapının önünde bir dilenci gözüne ilişti. Hareketleri dikkatini çekti. Ne yapıyordu dilenci? Torbasından bir kuru ekmek çıkarıyor, sonra da ıslatıp tuza banarak yiyordu. Peşinden kana kana su içiyor, Rabbine şükrediyor ve bir köşeye çekilip uykuya dalıyordu. Hükümdar hemen adamlarından birini çağırdı. Dilenciyi göstererek, "Şu adamı gözetle bakalım, uyandıktan sonra ne yapacak? Sonra da al benim yanıma getir" dedi. Yoksul adam bir müddet sonra uyandı, "Allah'ım! Sana sonsuz şükürler olsun" diye şükredip yola çıktı. Hükümdarın adamı hemen o yoksulu tutup hükümdara götürdü. "Uyanır uyanmaz Allah'a şükredip yola çıktı Sultanım. Aldım, yanınıza getirdim." Hükümdar fakire döndü: "Ey fakir!" dedi. "Gördüm ki kuru ekmeğini iştahla yedin. Karnın doydu değil mi?" "Evet!" dedi fakir. "Sonra da suyunu içtin..." "Evet..." "Üzüntüsüz bir uykuya dalıp dinlendin." "Evet..." Bu cevaplar hükümdarı düşündürmeye yetmişti. "Adama bak!" diyordu. "Bir kuru ekmekle sultanlar gibi yaşıyor. Ne gamı var, ne kederi!" Ama ben alabildiğine refah içinde yaşıyorum, fakat tatmin olamıyorum, bir türlü rahatı bulamıyorum. Böylesine huzursuz bir dünyada daha ne zamana kadar yaşayabilirim? Halbuki şu fakir kuru bir ekmeği suyla ıslatıp tuzla yemekten mutlu oluyor. Sonra da Rabbine şükrediyor. Demek ki, o bu lezzeti Allah'ı tanımaktan, O'na şükretmekten alıyor. Anlaşılan üzüntüsüz bir hayat ancak böyle mümkün. Allah'ı tanımayınca saraylar zindana dönerken, O'nu tanıyınca zindanlar saray oluyor. Kuru ekmek bile börek lezzeti veriyor!" Bu hâdise ve düşünceler, hükümdar İbrahim'in hayatını değiştirdi. Kendini Allah yoluna verdi. Allah'ı tanımanın, O'na şükretmenin zevkine ermeye başladı. Bu yolda o kadar ilerledi ki, meşhûr evliyâlar arasına girdi, İbrahim Edhem adıyla şöhret buldu.
Şaban DÖĞEN ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Selam |
| "SELAM"A BUNCA ehemmiyet verilmesinin hikmetlerinden bir hikmetini hissettim geçen günlerde. Bir arkadaşımla birlikte yürürken, karşıdan, pek konuşmadığımız ama ikimizin de birbirimizi tanıdığımız biri geliyordu. Nefsim o anda, o karşıdan gelen arkadaşla ilgili lüzumsuz, zararlı, hatta belki gıybet sayılabilecek şeyler söylemeyi geçirdi yanımdaki arkadaşa. Fakat birden ne olduysa--belki de içimdeki diğer ses, vicdan--selamlaşmamı söyledi o pek konuşmadığımız arkadaşla ve öyle de oldu; selamlaştık. Öyle birşey oldu ki, artık ondan sonra o arkadaşla ilgili o gıybeti yapmayı nefsim dahi ayıp buldu. "Sen hem yüzüne gül, hem arkasından gıybet et" diyor gibi hissettim vicdanım. Ve o an anladım ki, selamın bunca önemli olmasının belki bir hikmeti de gıybet ve benzeri kötülüklere bir sed çekmesidir diye düşündüm. Selamın, kalbi bütün bütün kararmamışlara, bir engel, bir yasakçı olması olabilir diye... Selamın ehemmiyetindendir ki, Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam, selamı "yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey" olarak tarif ediyor. Hatta hiç kimse olmasa dahi, karşısındaki, hatta her an yanındaki melekleri, ruhanileri düşünüp selam vermeli insan. Bu bilhassa öyle durumlarda, insana yalnız olmadığını ihsas eden önemli unsurlardan biri oluyor, birileri seni görüyor, hareketlerine dikkat et, hatta o birilerinin de ötesinde, o birilerini sana hizmetkâr eden, sana şahdamarından yakın olan Allah seni her zaman her yerde görüyor diye bir ders almasına vesile oluyor insanın. Bundandır ki, ayette "Evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık[dilemiş]olmak üzere kendinize selam verin" [Nur: 61] buyuruluyor. Şekli ne olursa olsun--ki en güzeli yine Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselamın belirttiği şekliyle "esselamualeykum..."dür--birbirimize, tanıdığımız, az tanıdığımız, tanımadığımız insanlara halin vaktin icabına göre, bir merhabayla, bir selamunaleykumla, bir hayırlı sabahlar-akşamlarla selam verelim, alalım. Ama şunu da belirtmek gerek ki, hiçbir zaman da "selamunaleykum" demekten çekinmeyelim. Zira o bir İslam nişanıdır, hem sünnet niyetiyle de mükâfatı azimdir inşaallah. Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatüh!
| yle birşey oldu ki, artık ondan sonra o arkadaşla ilgili o gıybeti yapmayı nefsim dahi ayıp buldu. "Sen hem yüzüne gül, hem arkasından gıybet et" diyor gibi hissettim vicdanım. Ve o an anladım ki, selamın bunca önemli olmasının belki bir hikmeti de gıybet ve benzeri kötülüklere bir sed çekmesidir diye düşündüm. Selamın, kalbi bütün bütün kararmamışlara, bir engel, bir yasakçı olması olabilir diye... Selamın ehemmiyetindendir ki, Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam, selamı "yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey" olarak tarif ediyor. Hatta hiç kimse olmasa dahi, karşısındaki, hatta her an yanındaki melekleri, ruhanileri düşünüp selam vermeli insan. Bu bilhassa öyle durumlarda, insana yalnız olmadığını ihsas eden önemli unsurlardan biri oluyor, birileri seni görüyor, hareketlerine dikkat et, hatta o birilerinin de ötesinde, o birilerini sana hizmetkâr eden, sana şahdamarından yakın olan Allah seni her zaman her yerde görüyor diye bir ders almasına vesile oluyor insanın. Bundandır ki, ayette "Evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık[dilemiş]olmak üzere kendinize selam verin" [Nur: 61] buyuruluyor. Şekli ne olursa olsun--ki en güzeli yine Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselamın belirttiği şekliyle "esselamualeykum..."dür--birbirimize, tanıdığımız, az tanıdığımız, tanımadığımız insanlara halin vaktin icabına göre, bir merhabayla, bir selamunaleykumla, bir hayırlı sabahlar-akşamlarla selam verelim, alalım. Ama şunu da belirtmek gerek ki, hiçbir zaman da "selamunaleykum" demekten çekinmeyelim. Zira o bir İslam nişanıdır, hem sünnet niyetiyle de mükâfatı azimdir inşaallah. Abdullah Taha ORHAN Not: selam animasyonu Menzil abladan alıntıdır...Allah razı olsun ----------------------------------------------------------------------------------------------- İncitmemek, incinmemek
Peygamber Efendimiz'in müezzinlerinden Abdullah bin Ümm-i Mektûm -radıyallâhü anh- zaman zaman Rasûlullâh Efendimiz'in yanına gelir: "-Yâ Rasûlallâh! Allâh'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!" diye yalvarırdı. Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahâbîsini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevaplar verirdi. Birgün Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaç kişi Peygamberimiz'in yanında bulunuyorlardı. Hazret-i Peygamber de: "Belki bu Kureyş'in ileri gelenleri imana gelirler de mâhiyetindekiler de hidâyet bulurlar." ümidi içindeydi. Bu sırada doğuştan âmâ olan müezzin Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm yine geldi. Âmâ olduğu için Rasûlullâh'ın yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı her vakitki ricasını tekrarladı. Misafirler yanında bu yersiz suâlden Hazret-i Peygamber üzüldü ve sıkıldı. Başını öte tarafa çevirdi. Alâka göstermedi. Bu durumdan Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm'un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese Sûresi'nin başında bulunan iki ayet nazil oldu: "Rasûlullâh, âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi." Bu hadiseden sonra Rasûlullah Efendimiz Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm'u ne zaman görse: "-Ey kendisi için Rabbimin bana sitem ettiği zat, merhaba!" diye buyururlardı. Hiç şüphesiz bu hâdise, ümmeti irşâd için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in şahsında sergilenmiş bir ilâhî örnektir. Bununla, bütün ehl-i îmâna böyle mevzûlarda takip etmesi gereken istikamet gösterilmiştir. Dolayısıyla Hak dostları, bu mesele üzerinde, yâni incitmeme hususunda titizlikle durmuşlar ve gönülleri birer nazargâh-ı ilâhî, yâni bir bakıma mânevî kâbetullâh olarak addetmişlerdir. Zîrâ kim gönül kâbesine zarar verirse, hakîkatte onun sahibini incitmiş olur. Bu itibarla denir ki: "Allâh, gönlü kırıklarla beraberdir." Hadîs-i şerîfte buyurulur: "Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk'a bir ilticâsında: "- Yâ Rab! Seni nerede arayayım?" dedi. Allâh Teâlâ buyurdu ki: "- Beni, kalbi kırıkların yanında ara."" (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364) Hazret-i Mevlânâ'nın naklettiği şu hikâye, bu gerçeği ne kadar güzel yansıtır: Bir gemide bir derviş vardı. Yükü ve eşyası yoktu. İyi huylarından, mertlik ve insanlıktan bir yastığa dayanmıştı. Gemi suların üzerinde akıp giderken bir ara gemide bir kese altın kayboldu. Derviş ise o sırada uyumuştu. Herkesi aradılar, bulamadılar; biri de o dervişi gösterdi. Ve: "- Şu uyuyan fakiri arayalım." dedi. Para sahibi, derdinden dolayı yok yere onu uyandırdı. O mâsum dervişe itham dolu bakışlarla: "- Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradık; bulamadık. Sıra sende! Hırkanı çıkar, soyun da, halkın şüphesi kalmasın." dedi. Derviş: "Ya Rabbî! Mâsum kulunu suçlu buluyorlar, hâlimi sana arzediyorum!" diye Hakk'a iltica etti.
Gemidekiler dervişin gönlünü kırıcı davranmışlardı. O temiz gönlün sahibi, yâni Hak Teâlâ ise, onun kırılmasına râzı olmadığından balıklara emretti ve o anda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkardı. Her birinin ağzında çok kıymetli iri bir inci vardı. Her birinin ağzında bir inci vardı ama ne inci... O incilerden her biri bir memleket geliri değerinde idi. Allâh tarafından lutfediliyordu. Kimsenin o incilerde hakkı yoktu. Derviş balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına attı. Kendisi de sıçrayıp havada iskemleye oturur gibi oturdu. Padişahların tahtlarına oturdukları gibi bağdaş kurmuş, havada duruyordu. Gemi de onun önünde gitmede idi. Gemidekilere seslenerek dedi ki: "Haydi gidin; gemi sizin olsun Hak benim olsun! O, ne beni hırsızlıkla suçlar, ne de beni kusurlarımı açığa vuran birisinin eline bırakır." Gemide bulunanlar: "- Ey ulu kul! Sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?" diye seslendiler. Derviş: "Mânâ sultanlarına saygı gösterdiğim için verdiler. Yoksullara karşı da hiç kötü zanna kapılmadım. O latîf ve nefesi hoş yoksullar yok mu; "Abese" Sûresi onları yüceltmek için geldi. Onların yoksulluğu dünyalık için veya dünyaya sarılmak için değildir. Onların dünyada Hak'tan başka hiç bir şeyi olmadığından, onlar yoksulluğu benimsemişlerdir." dedi. Bu kıssadan hisseyi Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade buyurur: "İnsanı inciten kişinin, Allâh'ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir." "Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden Hakk'ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz." "İbtila, belâya uğrayış bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar, ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki başkalarını yaralar ve incitir." "Ahmaklar insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar." "Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?" "Oysa bir Allâh adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allâh hiç bir kavmi rezil ve rüsvay etmemiştir." Dolayısıyla tasavvuf, incitmemek bahsi üzerinde ziyadesiyle durur. Öyle ki, incinmemek derecesinde… Sâmi Efendi Hazretleri, Daru'l-Fünûn Hukuk Fakültesi'ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allâh dostu: "- Evlâdım, bu tahsîl de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak. Seni irfân mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren." dedi. Ardından ekledi: "- Evlâdım, o mektebde nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir..." İncitmemek, nispeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. Zîrâ o, bir gönül işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fânîlerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mümkündür. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinin kemâlindeki seviye nisbetindedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif'te taşlanıp hakâret gördüğünde melekler: "- Ey Allâh'ın Rasûlü! Dilersen şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zâlim halkını helâk edelim." demişlerdi. Ancak o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan yüce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları içerisinde mübârek yüzünü Tâif tarafına çevirdi ve ahâlisinin hidâyet bulmaları için duâ eyledi. (Bkz. Buhârî, Bed'u'l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111.) Bir Peygamber âşığı olan Hallâc-ı Mansûr da taşlanırken: "- Allâh'ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!" diye duâ etmiştir. Bu, gerçek tahsîl ile, yâni mânevî terbiye neticesinde elde edilen kalb-i selîme âit bir hâldir. Ebu'l-Kâsım el-Hakîm'e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları söylemiştir: "Kalb-i selîmin üç vasfı vardır: Birincisi incitmeyen bir kalb, İkincisi incinmeyen bir kalb, Üçüncüsü de iyiliği Allâh'ın rızâsı için yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb... Zîrâ bir mümin, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna, hiç kimseye eziyet etmeyince verâ ile; kalbini Rabbe yöneltip kimseden incinmeyince vefâ ile; yaptığı sâlih amellere herhangi bir fânîyi ortak etmeyince de ihlâs ile gelir..." Şâir ne güzel söyler: Cihân bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin; Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!.. İncitmemek ve incinmemekte en mühim hususlardan biri de, kusur ve kabahat örtmektir. Bu güzel ahlâkı gerçekleştirmek için Belh meşâyıhından Hâtem Hazretleri, işitmesine rağmen esamm, yâni sağır lakâbını almıştır. Şöyle ki: Birgün kendilerine mâruzâtta bulunmak üzere dertli bir kadıncağız geldi. Tam merâmını anlatmaya başlamıştı ki, kadından gayr-ı irâdî olarak, kazâ ile gaz sancısı neticesinde çirkin bir ses sâdır oldu. Kadın bir mum gibi eridi, âdetâ mahvoldu. Hâtem Hazretleri ise, kadının mahcûb olup müşkil durumda kalmaması için hiçbir şey duymamış gibi kendisini işitmezliğe verdi ve elini kulağına götürerek: "- Bacım, kulağım zor işitiyor; biraz yüksek sesle söyle! Duyamadım…" dedi. Böylece kadıncağız, gayr-i ihtiyârî vâkî olan kusurunun gizli kaldığını düşünerek rahatladı. Merâmını yüksek sesle tekrar anlatmaya başladı. Bu misâldeki parlak inceliği ve ahlâkî seviyeyi sâdece kitaplardan edinilen mâlumatlarla hayâta geçirmek elbette ki mümkün değildir. Hâtem Hazretleri'nin sergilediği bu nezâketle incitmeme duygusu, onun Cenâb-ı Hakk'ın Rahmân, yâni merhamet ve "Settâru'l-uyûb" yâni "ayıpları örtücü" sıfatından aldığı hisseyi ancak ahlâka inkılâb ettirebilmiş olmasıyla îzâh edilebilir. Böyle davranışlar, özellikle tasavvufta "Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanma" şeklinde tâbir olunmuştur. İncitmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur: "İnsana günah olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter…" (Müslim, Birr, 32) İncinmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur: "Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektedir." (Tirmizî, Birr, 63) Hak Teâlâ buyurur: "Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) "Selâm!" derler (geçerler)." (el-Furkân, 63) Bu yüksek hâller, bir firâset meselesidir. Yoksa insan, farkına varmadan nice çamlar devirir. Yâni ille firâset, ille firâset… Firâset nedir? Firâset, peygamberlerin sıfatlarından bir cüzdür. Muhatabın aklının seviyesine göre davranmaktır. Zîrâ bir kimseyi sevindiren bir davranış, diğer bir kimseyi üzebilir. Dolayısıyla insan terbiyesi, onun psikolojik durumunu tespit edebilmek ve hadiselerin iki üç merhale sonrasını hesap edebilmekten geçer. Firâsetin şaheseri, ölüm bilmecesini halletmenin gayreti içinde olmakla başlar. Zîrâ fânî âlemde sırlara ve hakîkate ârif olabilmek, ancak "ölmeden evvel ölebilmekle" mümkündür. Yâni nefsânî ve dünyevî arzulardan vazgeçebilmek zarûrîdir. Hak dostları bu hususta şu düsturlara riâyet ederler: İki şeyi unutma: 1. Allâh -celle celâlühu- 2. Ölüm İki şeyi unut: 1. Sana yapılan fenalıklar. 2. Yaptığın hayırlar. Bize yapılan fenâlıkları unutmak, affetmek olarak gerçekleştirildiği takdirde bu daha büyük bir fazîlettir. Çünkü kul, affede affede ilâhî affa mazhar olur. Âyet-i kerîmelerde buyurulur: "(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (el-A'râf, 199) "Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allâh da ziyadesiyle affedici ve kadirdir." (el-Nisâ, 149) "…Allâh'ın sizi affetmesini istemez misiniz?..." (en-Nûr 24/22) İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: "Bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek: "-Hizmetçiyi ne kadar affedeyim?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz susup cevap vermedi. Adam tekrar: "-Ey Allâh'ın Resûlü! Hizmetçimi ne kadar affedeyim?" diye sordu. Bu defâ Fahr-i Kâinât Efendimiz (kesretten kinâye olarak): "- Her gün yetmiş defa affet!" cevabını verdi. (Ebu Dâvud, Edeb, 123-124/5164; Tirmizî, Birr, 31/1949) Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dünyâya vedâ ânında fem-i Muhsinlerinden sâdır olan şu son sözleri ne kadar mânidardır: "Namaz! Namaza dikkat ediniz! Mâlik olduğunuz (köleler, kadınlar ve çocuklar) hakkında Allâh'tan korkun!" (Ebû Dâvûd, Edeb, 123) Bir başka hadîs-i şerîfte Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar: "İnsanlara borç para veren cömert bir kimse vardı. O kişi hizmetçisine: "-(Borç verdiğimiz) fakire (borcu almak için) varırsan (o imkân temin edememişse) ondan vazgeç ve onu affediver (alacağımızı hibe et)! Umarım Allâh da bizi affeder." derdi. Adam Allâh'a kavuştu ve Allâh onu affetti." (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31) İşte bu, firâsettir. Bizim de böyle davranmamız için Âlemlerin Efendisi tarafından gönüllerimize takdim edilmiş yüce bir hâldir. Bu hâle erenler, Allâh dostu olurlar. Onun için hiçbir Allâh dostu ahmak olmaz. Hiçbir ahmak da Hak dostluğuna yükselemez. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e bir kimse methedildiği zaman: "Onun aklı nasıl?" buyururlardı. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde sık sık: "Akıl etmezler mi? Düşünmezler mi?" buyurur. Yâni Allâh Teâlâ, kullarına, kalbe bağlı olarak aklı kullanmaları hususunda ısrar etmektedir. En büyük firâset, istikbal bilmecesini çözmektir. Onu çözen kimse de artık hiçbir fânîden incinmez, hiç kimseyi de incitmez. Her hâdisedeki murâd-ı ilâhîyi ve ezel-ebed sırrını sezer. Hak rızâsına göre davranır. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur: "Rabbine karşı dâima edebi muhâfaza et! Hâdiselerin, Cenâb-ı Hakk'ın takdîriyle meydana geldiğini unutma. Arada vâsıta olan ne varsa, sadece birer izâfî sebeplerden ibarettir." Ehl-i gönül buyurur: "İnsanlar arasında kendini bilenler, şu üç vasfa sahip olanlardır: 1. Rüzgârı bile incitmeyenler, 2. Kendi ad ve sıfatlarını söylemekten edeb edenler, 3. Hâlık'ın mahlûkuna merhamet ve şefkat ile nazar edenler." Hâsılı incitmeme ve incinmeme hususunda kalbî seviyemiz: "Seni öldürmeye gelen sende hayat bulsun." düstûrunu gerçekleştirebilecek bir kıvamda olmalıdır. Cenâb-ı Hak, bu yüksek hâli, yâni ince, zarif ve rakik bir gönle sahip olabilmeyi cümlemize ihsân buyursun. Âmîn… Osman Nuri TOPBAŞ |
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder