7 Mayıs 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) "... Bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa yine o gemi hiç bir kanunu adaletle batırılmaz." hayırlı cumalar baki selam ve dua ile gönül dostlarım selametle




 

 

İnsanın Hayat Hakkı



Mardin Mazıdağı Bilge köyünde cereyan eden elim hadise münasebetiyle Bediüzzaman Hazretlerinin böyle hadiselerde Kur'an'ın hakiki adaletini, "bir insanın hayat hakkı bütün insanlar için dahi feda edilmez" diye olan ve "bir insanın hatasıyla onun akrabası ve yakınları mesul olmayacağı" gibi hakikatlarını nazara vermesini ve bu mealdeki bir kaç mektubunu takdim etmek istedik.

Çünki Kur'an'ın nazarı birinci derecede ahiret olmakla beraber dünya cihetiyle dahi insanların sulh, selamet ve saadet içinde yaşayacakları düsturları beyan etmiştir.

Binaenaleyh insanların bilhassa Müslümanların Kur'an'ın bu gibi düsturlarını nazara alarak itidal ve istikametle hareket etmesi, zulme taraftar olmaması ve daima insanlığın sulh ve saadetine çalışması ve müspet hareket etmesi zaruridir.

Hem bu hadiseleri siyah bulutlar altında ateşler saçan zahiri sureti altında, rahmet ve hikmetin bereketli yağmurları var olduğunu ümit ediyoruz.



 

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." Mâide Sûresi, 5:32.

Âyetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. (Mektubat-53)


 



 

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık." Hucurat Sûresi, 49:13.

Yani,



 

Yani, "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir."

Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturunun beyanı için deriz ki:

Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin-tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a'dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. (Mektubat - 321)


 

"Şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir." Çünkü ( Fâtır Sûresi, 35:18.)


 

yani, "Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz, cezaya müstehak olmaz" olan düstur-u irade-i İlâhiyeye karşı, bu zamanda ("İnsan ise, şüphesiz ki, çok zâlim ve çok nankördür." İbrahim Sûresi, 14:34.) sırrıyla şedit bir zulümle mukabele eder.



Tarafgirlik hissiyle, bir câninin hatâsıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adâvet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir mâsumun hakkı, yüz câni için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz mâsumu birkaç câni için zararlara sokar.

Mesela, hatâlı bir adama müteallik, biçare ihtiyar valide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirâne adâvet etmek, şefkatin esasına zıttır.

Müslümanlar içinde tarafgirâne cereyanlar yüzünden, böyle mâsumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. (Emirdağ L. I - 39)

Gayet ehemmiyetlidir.


 

Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.

Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir...alıntıdır 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Her musibet bir saadetin habercisidir, deniliyor. Musibet nasıl saadet getirir?




"Ağrısız baş, sancısız diş olmaz" derler ya hani, bu âlemde her şey arzu ettiğimiz gibi olmuyor. Her şey planladığımız gibi gitmiyor.

Hepimizin hayatı biraz inişli çıkışlı, acılı tatlılı, hüzünlü sevinçli, sıkıntılı neşeli...

Huzuru, mutluluğu, saadeti ve sevinci hepimiz hoş karşılarız. Ama musibeti, dertleri, hastalığı, hattâ bir adım ötesi belâyı hoşça karşılayabiliyor muyuz?

Karşılaştığımız her musibetin içinde saadetin varlığını, derdin içinde dermanın bulunduğunu, hastalığın önünde şifanın yer aldığını, belânın içinde sefanın, cefanın içinde vefanın olduğunu görebiliyor muyuz?

İşte o zaman hayat kolaylaşır, sıkıntılar azalır, musibetler küçülür, hastalıkların acısı ve elemi hafifler.

Bütün bunlar nasıl olacak, diyebilirsiniz

Birincisi: Her şeyden önce başa gelen her musibetin ve içine düştüğümüz her derdin daha büyüğü vardır. "Allah beterinden saklasın, daha acısı ve daha dayanılmazı olabilirdi" demek, musibeti küçültüyor, neredeyse, "Bu kadarına şükür" diyesi geliyor insanın. Büyük değil de, küçüğünün başa gelmesi bir yerde nimet bile olabiliyor.

Yola çıktınız, gidiyorsunuz, diyelim ki, arabanızla bir kaza geçirdiniz, bir iki hasarla atlattınız, "Cana geleceğine mala gelsin" dediniz. Cana da zarar gelebilirdi, ama atlattınız. Veya bir iki sıyrıkla geçiştirdiniz, daha kötüsünden kurtuldunuz.

İkincisi: Hayat musibetlerle, sıkıntılarla, hastalıklarla pekişiyor, güçleniyor; insanın dayanma gücü artıyor, olgunlaşıyor.

Dertler ve sıkıntılar insanı hayata bağlıyor, pes ettirmiyor, teslim olmuyor insan, direnci ve azmi artıyor, neredeyse güç üzerine güç kazanıyor.

Hiç dert görmemiş, hasta olmamış bir insanla, çekmediği sıkıntı kalmamış bir insanın hayatı kavrayışı aynı mıdır?

Birisi için felaket olan bir olay, diğeri için sıradanlaşıyor. Birisi şok ve panik yaşarken, ötekisi soğukkanlılıkla karşılıyor başına gelenleri...

Dertler insanı pişiriyor, olgunlaştırıyor, mücadele gücünü arttırıyor, başarısını kamçılıyor, çok zaman istediği hedefe bile ulaştırıyor.

Sıradan bir hayat, tekdüze bir ömür, gecesi gündüzü aynı geçen bir gün, sabah kalk, akşam yat felsefesi insanı tembelleştiriyor, hayattan beklentilerini tüketiyor, yaşamanın cezbesini, cazibesini, bütün çekiciliği törpülüyor.

Zaten dertsiz baş olmuyor; sıkıntısız, üzüntüsüz, elemsiz, ıstırapsız bir insan yoktur, önemli olan bütün bunlara hazırlıklı olmak, gelecek için bir atlama taşı olduğunu kavramaktır.

Önemli bir nokta da şu: musibeti gözümüzde büyütmemeli, küçük görmeliyiz.

Musibetin içinde boğulup kalmamalı, bir çıkış yolu aramalıyız. En kestirme çıkış yolu da, musibeti küçültmektir.

Hani, bazen gece vakti, karanlık bir ortamda insanın gözüne bir hayal ilişir. Bir köşede sallanan bir ipe bakar durur, baka baka o ipi yılan sanmaya başlar, sonunda kendi kendini korkutur.

Veya bir bahçe kenarında otururken az ilerideki ağaca baktıkça ve rüzgarın çarpmasıyla ağacı sallanır halde gördükçe, ağacı, üzerine doğru gelen bir canavar zannetmeye başlar.

Halbuki ne o ip yılandır ve ne de o sallanan ağaç canavardır. Olayı gözünde büyütmüş, sonunda boş yere kendi kendini korkuya kaptırmıştır.

Biraz cesaret göstererek gidip o ipi eliyle tutsa veya o ağacın yanına gitse, ne bir korku kalacaktır üzerinde, ne de bir endişe…

Başa gelen musibetler de öyle. Gözde büyütüldükçe büyür, geleceğini karartır, ümidini yitirir, korku ve telaş içinde hayatını alt üst eder.

Ancak bilse ki, musibetler ne olursa olsun geçicidir, ilk anlardaki, ilk günlerdeki gibi ağırlığı kalmaz, azalır.

Bunun için başa gelen her musibeti küçültmeye çalışmalı, basitleştirmeye gayret etmeli, bütünüyle hayatımızı etkisi altına almasına müsaade etmemelidir.

Üçüncüsü: En büyük nimetler ve saadetler çok çeşitli ve büyük musibetlerin arkasından gelmiş. Varlık da öyle, servet de öyle. Yattığı yerden kim ne kazanmıştır?

Yusuf Aleyhisselâm bunun için çok çarpıcı bir örnek.

Aklı, idrakı, babasına bağlılığı, efendiliği, fizik ve ruh güzelliğiyle kardeşlerinin önüne geçmiş. Haklı olarak kıskanmışlar kardeşleri onu... Gözden düşürmek, aralarından uzaklaştırmak istemişler bir an önce...

Birgün alıp götürmüşler, kuyuya atmışlar. Kurtulduk diye sevinmişler üstelik...

Kuyudan çıkartılmış, esir pazarında köle diye satılmış. Saraya alınmış, bu sefer sarayın hanımı göz koymuş güzelliğine...

İftiraya kurban gitmiş Yusuf Peygamber, ama iffetine sahip çıkmış, sonunda kendini zindanda bulmuş.

On dört sene hapiste kalmış. Çekmediği eza, görmediği cefa kalmamış. Gençliği hapishanede geçmiş. Ama orayı bir okula çevirmiş, insan eğitmiş, gönüller yapmış kaldığı süre içinde orada... Bunun için hapishaneye "Medrese-i Yusufiye" denmiş, "Yusufiye okulu" anlamına.

Ama sonunda ne olmuş Hazret-i Yusuf? Mısır'a sultan olmuş, ülkenin hazinesi eline geçmiş, tek söz sahibi olmuş her konuda memlekette...

İnsana ve insanlığa himmet etmiş, destek olmuş ve sonunda peygamberlik şerefiyle şereflenmiş. Herkes ona koşmuş, ona ulaşmış, onun eline el vermiş.

Sonunda yıllar boyu görmediği, göremediği ve hasretleriyle yandığı annesiyle babasıyla ve kendisini yok etmeye çalışan kardeşleriyle buluşmuş. Kardeşlerini ise bağışlamış severek...

Ve gele gele bir insanın dünyada ulaşabileceği en yüksek saadete ve nimete kavuşmuş.

Ama bununla da kalmamış, her konuda zirvede olduğu bir sırada, maddi ve manevi feraha ve refaha ulaştığı bir esnada dünyanın geçici nimetleri tatmin etmemiş onu; bitip tükenmeyen sonsuz saadet nimetini istemiş, Rabbine kavuşmuş. Ebedlere geçmiş, bekaya ulaşmış.

Evet, musibetler içinde ne saadetler gizlenmiş, musibetleri Vereni tanıyınca...
Mehmet Paksu

 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

İşte Hal-i pür melalimiz

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı
Bezm-i aşk içre Fuzûlî nice âh eylemeyen
Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı (Fuzuli)


Nedir bu zaman dedikleri ?
Bize verilen sınırlı yolculukta son durağa ilerlerken tükettiklerimiz değil mi?

Tükettiklerimiz...
İyi ve kötüsü ile bitirdiğimiz ve çoğu zaman telafisi olmayan hatalar zinciri. Yolun sonuna geldiğimizde dönüşün olmadığını bilmemize rağmen niçin bu uğraşlarımız ? Nereye götüreceğiz bu hırsı bu doyumsuzluğu ?

Karun gibi derler...
Karun; hala servetinin ne kadar olduğu bilinmemekte ve çeşitli rivayetler dolaşmakta dillerde. Ama bu söylentiler arasında "Servetini yanında götürmüş" sözünü duyanımız var mı?

Kırıp döküyoruz çevremizde iyilik ve güzellik adına ne varsa. İyi ama nereye kadar bu bencillik ?

Dün beraber olduğumuz halde bugün yanımızda olmayan ve son nefesini verenler nerede ?
Gitmişler...
Halbuki en başta zaten var olmamışlardı öyle değil mi? Çevremizde olanlardan hangi varlık ezelden bu yana var olduğunu iddia ediyor ki ? Dünya hırsımıdır bu azgınlığın sebebi ?

Dünya...
Arapça'da deni kökeninden gelmekte. "Deni" sefillik,rezillik ve en aşağı olan manasına gebe. Dünya ise en fazla rezil, aşağıda olan...
Neden biz bu aşağı olan dünya'nın efendisi olma gayreti içerisinde savaşlar veriyoruz ? Nedir bizi bu sonsuz gibi görünen ama aslında çok kısa olan hayatın içinde irademizi elimizden alan güç ?

Hatalar...
Bilerek veya unutarak işlediklerimiz mi bizim efendimiz olmuş, son durağa doğru sürüklemekte cümlemizi.

Sevdiklerimiz...
Hani şu uğruna canımızı feda etmeye hazır olduklarımız.. İlk zamanlarda gözlerinin içine bakarak "Sensiz olamam, senle cenneti yaşarım, sensiz cehennem ızdırabı yaşarım" dediklerimize ne oldu da şimdi onları unutup yeni yepyeni hayallere kanat çırpmaya çalışıyoruz?
Her kanat çırpışımız bizi bir yükseğe mi çıkarıyor. Yükseğe çıktıkça sonsuzluğa ulaşma ümidi mi sarmalamış düşüncelerimizi.
Yok mu bize, "o kadar yükseğe çıkma düşersen kötü olursun" diyecek bir can dostumuz.

Onlar...
Hani dinlerken haz aldığımız.. Kendi içimizden samimi itiraflarda bulunup "ben ne yapıyorum böyle" diye hayıflandığımız sözler nereye gitti.
Kimden merhamet bekliyoruz ?
Anne, baba, eş, dost...
Bizi bu dünyada yalnız bırakıp son yolculuğa çıkan anne babalar değil mi ? Neden onlar bize merhamet etmiyorlar ?
Bizi sevdiğini söyleyenler nerede en zor günümüzde ? Hani nereye kayboldu bunlar.

Anne...
Benim için gözyaşı akıtan varlık...

Baba...
Yaşamım için üstüme kol kanat olan dünyanın en güçlü adamı...
Hani nerede, nereye gitti bunlar...

O halde değil... Bunlar değil merhametin kaynağı.
Neden suni ve fani olan yaşam sahiplerinden bekliyoruz düştüğümüzde bizi kaldırmalarını.
Yoktan var eden "Kutilel insan" kahrolası, nankör insan... buyurmamış mı?
Özümüzde bir nankörlüğün var olduğu bildirilirken nedir bu uğraşlar ?
O yüce rasül için " O boş yere ve kendiliğinden değil ancak bizim kendisine bildirdiklerimizi" söyler" işareti verilmişken Kitabımız Kur'an-ı kerimde.
Alemlerin rahmet incisi " Yoktan var edenin rahmetine sığınırken" bize ne oldu böylede kutretli görür olduk benliğimizi?

Her türlü zarardan koruduğumuz bu beden değil mi, görmediğimiz tutamadığımız hissedemediğimiz ruh denilen gücün çıkması ile rahatsız edici kokuyu etrafına dağıtan.

Hani ne oldu bu güzel bedene... Neden hareketsiz yatar oldu sere serpe. Seviyorum dediklerimiz neden kokuyor ? Bu koku neden bizi ürkütüyor ?
Sana canımı veririm dediğimiz can parelerimizi toprağa gömerken neden onları yalnız bırakıyoruz?

Bizi uzak kılan, korkutan ne oldu da onlarla birlikte toprağa gömülmeyi, onunla kucak kucağa oracıkta yatmaya razı değiliz.?
Ağlıyorduk ama onun için. Yüzü solduğunda, sıkıntısı olduğunda içimiz daralıyordu. İyi ama neden onu yalnız bırakıyoruz. Yoksa ona olan sevgimiz gerçek değilmiydi ? Seviyorduk, yanına uzansak ve o toprakları bizimde üstümüze serpiştirseler ne olur sanki...

Adres önümüzde... yol rehberi verilmiş elimize. Her an dilimizde belki de . Düştüğümüzde, bir yere çıkarken, lokmayı ısırırken fısıldıyoruz her daim o rehberi. Bismillah dökülüyor dudaklarımızdan.

Rahman ve rahim olan...
Dünya'da her canlıya ama ahırette sadece iman sahibine sonsuz şefkati olan...
Bu sözleri dilimizde tekrar ederken, merhametin kaynağı, yegane sahibi olan o yüce yaratanın kapısına gitmek aklımıza gelmiyor mu ?

"Rahmetim benim azabımı geçmiştir" kutsi sözü ile af ve merhamet kapısının açık olduğunu bildiğimiz halde niçin...
Neden o kapıya varıp el aman dilemiyoruz?

Düştüm, kapına geldim... Temiz olarak bahşettiğin bedenim hatalarım ve isyanlarımın esiri oldu sana geldim...
Senden başka yok kimsem.
Sen , sadece sen vardın... Yine sen olacaksın hiç bir şey olmadığında. Af ve merhametine sığınıyorum. Ben hatalı...Ben kusurlu... Ben isyan eden.

Sen sonsuz merhametin sahibi olansın... Sen Rahmet peygamberini bize önder seçen... Son nefese kadar af kapısını kapatmayan ve acıması, sevgisi en samimi olan. Kimsesiz kaldığımızda elimizden tutup yardım edecek olansın.

Üzgünüm, özürdilerim. hatalıyım. Ama senden yardım ve merhamet dileniyorum. Eğer sende benim bu halime sonsuz okyanusundan zerre merhamet damlatmazsan bittim. Daha fazla asi olmamak için al canımı...

Yunus peygamberi balığın karnında yaşatan, İbrahim Peygamberi ateşten kurtaran, Musa elçini sular arasından geçiren ve "Dua ediniz dualarınız kabul olunur" diyen benim sahibimisin...Emrine uydum kapına geldim. Ne olur sen geri çevirme...

Neden diyemiyoruz, bu yalvarış çok mu zor ?
Bir yanlışlık var dostlar. Bir yerde hata işliyoruz. Yolun sonu nerede bitiyor var mı bilenimiz ?

Hüseyin Akkaş--sonsayfa.com

 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Huzur-u kalb





HAYAT BENİM cüz'î irademle kontrol edebileceğimden çok büyük. Her gün, her an benim dışımda milyonlarca, milyarlarca, belki sonsuz sayıda olay oluyor. Bütün bunları kontrol edememenin, yönetememenin ötesinde, çoğunlukla ellemem, dokunmam bile mümkün değil.

Aczim sonsuz, ama ihtirasım çok. Gücüm yok, ama isteğim çok.

Üstelik rahatsız edecek çok şey var. Ben küçüldükçe dışım büyüyor, beni eziyor. Uğraşıp didiniyorum, ufak tefek başarılar beni muzaffer kılıyor, bazen bütün herşeyi değiştirebilirim zannediyorum. Aldanıyorum, kendimi aldatıyorum.

Ben, benden başka birşeye razı olmamak gibi bir kibirin eşiğindeyim.

Gördüm ki, hep aynı yere gelen bir kısırdöngünün içindeyim. Olaylar değişiyor, olan değişmiyor. Bir sonraki benim istediğim oluşlarda alacağım nefesleri beklemedeyim, bir sonraki aldanışlarda gizlediğim hazlarla güçlenmeyi ümit etmekteyim.

Bugüne kadar bildiğim bütün öğretileri gözden geçirdim. Hemen hepsi akılda kalmış kalbe inmemiş. Bildiklerim bu yaşadıklarımı izah edebilmenin gücünü saklıyordu, ama bana o gücü vermiyordu. Soruyu çözüyordu, ama çözümü hissettirmiyordu; huzur-u kalb'i vermiyordu.

Halbuki Allah her gün, her saniye, hatta her an bütün bu iç-dış dengesini kurabilecek fırsatlar veriyor; ben o fırsatların hepsini dengeyi kurduran, güçlendiren adımlar olmak yerine, problemin kendisi haline getiriyorum. O her bir altın külçelerini, yoluma dikilen dağlar, taşlar olarak görüyorum.

Mısri'nin "Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş" satırları tekrar ediyor kafamda, çatlarcasına. Bilmeyi anlamaya, anlamayı da hissetmeye döndürmem gerektiğini farkediyorum. Bilgiyi anlamaya, anlamayı hissetmeye..!

Bir huzur-u kalb iklimi gerekiyor. Dünyayı, hayatı, olanları bir pencereden seyrettiren, ama içine girmeyen bir yaklaşım. Hatta kendimin de içinde aktör olduğu oyunu, seyirci sıralarından seyrettiren bir bakış, bir hissediş gerekiyor.

Hem oyun içinde, hem de tamamen oyun dışında. Oyun içerisinde başarılı bir aktör, ama aynı anda oyunun oyun olduğunu bilen, sonunu, alkış sahnesini ve sonrasını bilerek seyreden iyi bir seyirci.

Huzur-u kalb seyretmekle geliyor, dışarıya tamamen bir seyirci gözüyle bakmakla. Kendim dahil herşeyi bir film gibi seyretmekle. Bu yönüyle aczim, güçsüzlüğüm yerini buluyor. Oyun içindeki rolüm de, bana verilen cüz'î irademle iyi bir aktör olmanın sorumluluğunu taşıtıyor. Verilen küçücük rolümü oynayabildiğim kadarıyla başarılı oluyorum, rolümün büyüklüğü nispetinde değil.

Hep en iyi oyuncu olma gayreti, hiç seyirci olamama... Gelip geçtiğini düşünmeyen bir yolcu gibi yürümek... Problemim bu diyorum, aczimi kudret, güçsüzlüğümü güç zannetmek.

Evet, derdim bana derman imiş.

Herşeyi bir melodi eşliğinde izlemekten zevk alıyorum, rolümü seviyorum.

Bu sezgi, bu hissediş kalsın istiyorum. Kaybolmasın.

O'nu anmak, herşeye O'nu anarak bakmak, seyirci sıralarına geçmemi sağlıyor. Kendimi sahnede beğenmesem de, kendimi görebilmekten hoşlanıyorum.

O'nu anmanın gücüne hayran oluyorum.

Rabbim, beni tamamen seyirci sıralarında kalıp rolümü—görevimi—unutmaktan, ya da hep oyun içinde kaybolup bitişi görememekten koru.

Ne aczimi unuttur, ne de görevimi...

Âmîn.

Abdurrahman Bulut





 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Dünya Risâle-i Nur'u okuyor




24 Nisan Cuma saat 11.00'de başlayan Özbekistan'daki Risâle-i Nur mahkemesinin ikinci celsesindeki savunmalarda başlıktaki cümle de yer aldı. Önce 10 avukat 10 cihetten Nur Talebelerinin suçsuz olduklarını, kanunda olan suçların bu kişilerde bulunmadığını bir bir ispat ettiler. Hepsinin güzel ahlâklı insanlar olduklarını söylediler ve sanıkların serbest bırakılmalarını talep ettiler. Sonra hâkim sözü Nur Talebelerinin anne-babalarına verdi. Önce Şuhrat Kerimov'un babası Buhara'da çok meşhur bir dâhiliye doktoru olan Şerif Kerimov söze başladı. Şerif Kerimov: "Ben Buhara'da 40 sene sizleri tedavi ettim, sizlere hizmet ettim. Benim bir oğlum var, o da sizlere hizmet ediyor" dedi. Heyecanından kendini tutamadı, ağladı. Bunun üzerine orada hazır bulunanlar da etkilenerek gözyaşlarına boğuldular. Hâkim bir kâğıdı göstererek Şerif Kerimov'a: "Siz buna ne diyorsunuz? Bu kâğıttaki şema bunların sistemini gösteriyor. Bunlara kim liderlik ediyor, onun yardımcıları kim, hangi şehirlerde bunların adamları var, v.s." gibisinden sorular sordu. O sırada İkram Mirajov'un babası Zavkidin Hoca el kaldırdı ve "Sayın Hâkim müsaade ederseniz ben sizin sualinize cevap verebilirim" dedi. Hâkim: "Evet, buyurun. Siz kimin akrabasısınız?" İkram Mirajov: "Bu benim babamdır."

Zavkidin Hoca: "Bu sizin elinizde olan kâğıt esassız bir kâğıttır. Sizi ve Özbekistan halkını evhamlandırmak için düzenlenmiş bir kâğıttır. Yalan yanlış uydurma ve iftiraya dayalı bir kâğıttır."

Hâkim: "Siz misiniz şikâyetnameleri Başbakana ve diğer devlet dairelerine yazan?"

Zavkidin Hoca: "Evet, ben yazdım. Nasıl yazmam? 4 aydır ben oğlumu görmüyorum. Ben 43 senedir Buhara Üniversitesinde hocalık yapıyorum. Sizlere ve sizin çocuklarınıza ders verdim. Oğlum İkram da 10 senedir hizmet ediyor. Bunların hepsini ben biliyorum. Bunların hiçbir suçu yok. Ben bunların çocukluklarını biliyorum. Bunlar güzel ahlâklı, vatanımıza, ailesine çok faydalı gençlerdir. Ben bunlara kefilim."

Hâkim: "Siz bu kâğıda ne diyorsunuz? Bu 8 kişinin imzası olan araştırma bilirkişi raporudur."

Zavkidin Hoca: "Ben buna dünyaca meşhur 152 profesörün imzaları ile cevap veriyorum. Risâle-i Nur üzerine dünyada uluslar arası sempozyumlar, paneller ve konferanslar düzenleniyor. Risâle-i Nur'u dünya okuyor" deyip ve oğluna yönelip, "Oğlum İkram sabırlı ol, korkma, her şey Allahdandır!" diye teselli verdi.

Savcı, İkram Mirajov'a 11 sene, diğer Nur Talebelerine 7-8 seneden başlayan hapis cezası talebinde bulundu. Sonunda hâkim cemaat reisi diye itham edilen İkram Mirajov'a 9 yıl, 7 kişiye de 6'şar yıl mahkûmiyet verdi. Avukatlar temyize müracaat edeceklerini belirtirlerken, ceza verilen Nur Talebeleri de kararı ahiret beratı olarak kabul ettiler. Bediüzzaman ve talebeleri de haksız yere mahkûm edilmemişler miydi? Ama bugün herbiri dünya çapında gönüllerde taht kurdular.

Hafız Ali Denizli'de mahkemeye giderken dâvâ arkadaşlarına şöyle demişti: "Merak etmeyin! Birgün bu Nurlar parlayacak, karşımızda küfrü mutlak var."

Evet, Nurlar parlamaya devam ediyor, hiçbir baskı ve zulüm, inkâr yayılmalarına engel olamadı, İnşaallah olamayacak.

Şaban DÖĞEN


 

 




 

 

ÖZBEK NUR TALEBELERİ YAHUT KERİMOV ZULMÜ!..



İSLÂM KERİM-OV... 30 Ocak 1938'de hayata gözlerini Semerkand'da açmış... Komünizmin hür dünyâyı müstevliyâne tehdid ettiği yıllar. Türkî ülkelerin hemen tamamı gibi, Özbekistan da Sovyetler Birliği'nin zulmü altında inlemektedir. Müslüman halkın bu dinsiz ve ahlâksız rejime direnci, olabildiğince gözden uzak, olabildiğince münzeviyâne inançlarını ve ahlâkını muhafaza etme gayretinden ibarettir. Karşı bir hareket için en ufak bir imkân bırakılmamış, şiddetli bir istibdad nefes aldırmamaktadır.

Müslüman halkın çocukları, komünist rejim tarafından devlet okullarına alınmakta ve oralarda dinsiz ve ahlâksız nesiller yetiştirilmektedir. Zirâ, komünist saltanatın geleceği onlara havale edilecektir; dünyâya onlar şekil verecektir...

Ceddinin, "İslâm" gibi olsun, temennisiyle evlatlarına verdiği bu ön isim, soy isminin "Kerim"liğiyle de birleşince İslâm gibi kâmil ve kerem sahibi bir insan olacaktı, İslâm Kerimov... Ama heyhat ki, bu âile ümid ve temennisini komünist rejimin müesseseleri tahrib etmekle kalmaz, şerre de tahvil eder. Kerimov, komünist Sovyetler'in itimadını kazanıp başbakan yardımcılığına yükselecek kadar da iyi(!) bir komünist olarak yetişir. Nihâyet, İslâm ve keremle yegâne irtibatı isminden ibaret kalır...

Komünist blokon dağılması ve Türkî Cumhuriyetlerin birer birer istiklâliyetlerini kazanmaları komünist Kerimov'u da Bağımsız Özbek Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanlığına taşır: 24 Mart 1990...

Bugün 71 yaşında olan Kerimov, ömrünün son 19 yılını aynı makamda geçirmeye muvaffak olur. Emeli, Hazreti Azrail göğsüne çöküp günahkâr ve müstebid ruhunu kabzedinceye kadar aynı makamda kalmak. On yıl, bilemediniz onbeş yıl daha...

Ömrünün yüzde doksanına yakın kısmını geride bırakmış, cesedine takılmış beşerî zevklerin kahir ekseriyetini cisminin yaşlılığı sebebiyle kaybetmiş; bu, türünün son örneği sözde Cumhurbaşkanının ömrünün son yıllarını endişelerden uzak, sükûn içinde yaşaması Özbekler için hayırlı olurdu şüphesiz. Ne var ki, yaşlı tiranı iktidarını koruma telaşı sarmış; esen yelden, uçan kelebekten ödü patlıyor. Korkaklığının bedelini de halkının en iyilerine zulmetmekle ödetiyor... Her müstebid gibi, o da çok korkuyor; ölüm korkusu, yaşlı cismi için bir şey ifâde etmeyen yatak odalarında bile yakasını bırakmıyor; yatak odasının sâkinleri bile muhtemel düşmanlar listesinde...

Korktukça da zulmün şiddetini arttırıyor... Muhtemel tehlikelerin tamamı için zulümlerin en şiddetlisini mübah addedip icra mevkiine koydurtuyor... Ve yazık ki, yaşlı komünistin birinci sıra addettiği düşmanları Müslümanlar, has isimleriyle de Nur talebeleri...

Basından tâkib ettik... Geçtiğimiz hafta sekiz Nur Talebesi'ne 6 ile 9 yıl gibi ağır hapis cezaları verildi, Kerimov Mahkemeleri tarafından... Bu mazlum ve mâsûm insanların suçu Nurcu olmak... Nurcu olmak, yâni dünyânın en mâsûm ve en temiz insanlarından olmak... Bu umumî suçlamanın altında sıralanan iddialar tam bir hezeyânnâme manzumesi:

Savcı, bir taraftan mazlum Nur Talebeleri'ni bin yıllarla ifâde ettiği dinlerini yıkmak için dinî propaganda yapmakla ittiham ederken, öbür taraftan Pan Türkist propaganda yapmakla suçluyor. Ezdâdın içtimaı, mantığın varlığından beri kaziye-i muhkemedir, ama Özbek savcının vazifesi, Kerimov'un iradesi istikametinde, gerektiğinde en kat'i mantık kaidelerini bile yerle bir etmektir. Hergele bilmiyor ki, yegâne maksatları, dinlerini yaşamaktan ibaret olan Nurcular, imanlarının muktezasınca Türkçülük yapmaktan memnudurlar. Irkrçılık, İslâm'ın bin dörtyüz yıllık redleri arasında ilk sıralarda yer aldığı halde; Nurcuları, Pan Türkist propaganda yapmakla ittiham etmek, Özbek sevcısı ve hakimlerinin köle ruhlarına ayna tutmaktan başka birşey ifâde etmez...

Özbek Nur talebelerine gelince... Gazâları mübarek olsun!.. Şu fânî dünyâ gibi, bu fânî dünyâdaki her hâl de fânî ve geçicidir. Bütün tasarruflar Allah'tan gelir ve mutlak hayırlarla gelirler... Özbekistan'ın hapishaneleri Medrese-i Yusufiye olmaya hazırlanıyor, Özbek Nur talebeleri, ihlâslarının mükâfatını Üstâd'larının hayatının bir benzerini yaşamaya hazırlanmakla kazanıyorlar. Her hâlleriyle, o muazzez insana benzemek, büyük bahtiyarlık...

Özbek kardeşlerimize; Allah, sabır ve metanetle birlikte Medrese-i Yusufiye hizmetlerinde muvaffakıyet versin... Onlar için Özbekistan'ın en rahat ve en emin yeri hapishane olmalı ki, Rabb'im onları orada bir nevi himaye altına aldı. Bu hıfz ve inâyetin mukabilinde onlara düşen hapishane dakikalarını, Üstâd'ları gibi, faydalı kılmaktır.

Kerimov'a gelince... O, zulmünün yegâne karşılığı olan Cehennem'e kesb-i istihkâk etmekle meşgul; âhir ümründe zulme hız vermesinin başka izahı yok. Bir cemiyetin en iyileri ve en mâsûmlarına zulmetmedikçe müstebid, Cehenneme bihakkın müstehak olmaz. Besbelli ki, Kerimov da dersini süfyandan almış, onun şâkirdliğini deruhte ile onun gibi davranıyor... Üstâd, yerden göğe haklı:

"Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil!"

Hüseyin Yılmaz



" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"
 





Teker teker mi, yoksa hepsi birden mi? Arkadaşlarınızla ilgili güncel bilgileri tek bir yerden edinin.

Diğer Windows Live™ özelliklerine göz atın. Sadece e-posta iletilerinden daha fazlası
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: