"....ruhumuzun içinde kar yağar/
anamızdan doğduğumuz geceden beri/
heybemizi emektar makinalara yükleriz/
fikirlerimizi tıfıl vinçlere.../
iri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz/
biz yangında koşuyu kaybeden atlarız/
biz kirli ve temiz çamaşırları/
aynı zaman aynı minval üzere katlarız/
biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız..."
Sezai Karakoç
Sevgili Hiçkimse,
Tarihin düğümlendiği, insanlık ırmağının durgunlaştığı dönemler vardır. Tarihçiler 'fetret devri', şairler 'fasl-ı hazan' der. İşte onlardan birinde yaşıyoruz. Roma imparatorluğunun, Bizans'ın, Osmanlının gerileme dönemleri, Haçlı ve Moğol istilalarının sonrası, I. Ve II. Dünya savaşlarının öncesi gibi bir dönem. Bütün coğrafyaları ve her toplumu saran garip bir durağanlık, can sıkıntısı, tekrar eden gündelik hayat, belirsiz ekonomik göstergeler, kitleleri saran depolitizasyon, felsefi arayışın son bulması, dinlere ve büyük anlatılara kayıtsızlık, ahlaki dejenerasyon, sosyal ilişkilerde güvensizlik, kültürel avamileşme, ümmileşme, bireysel bunaltı ve stresin yaygınlaşması…Tüm bu fotoğrafın yansıttığı tanımsız ve isimsiz bir zaman dilimi..
Bu devirlerde insanlar, hayatlarının anlamını tanımlama çabasını terk etmişlerdir. İnanmak, daha doğrusu her hangi bir şeye inanma-bağlanma oranı iyice düşmüştür. Bütün kolektifleşme dinamikleri, grup davranışı, ortak düşünme ve eylem alışkanlıkları asgariye inmiştir. Yalnızlaşma, amaçsızlaşma, sürüleşme eğilimleri artmıştır. Din, devlet, akıl ve aşk tatile çıkmıştır. Dinlerin yerini boşinançlar, abartılı ve çarpık dindarlıklar alır. Devletin yerine oligarşik zümreler, keyfi zorbalıklar, güçlülerin tahakküm mekanizmaları geçer. Aklın yerine güdüler, refleksler, dogmalar ve kalıplar egemendir. Aşk ise kaba ve bayağı bir cinselliğe kurban edilir.
Böyle dönemlerde insanlar birbirleriyle uğraşır. Soy, sop, etnik köken, kafatası ya da iman ölçümleri öne çıkar. Hayvani içgüdüler egemen olur. Estetik beğeni düzeyi azalır. Güzel sanatlar, resim, mimari eserler ortaya çıkmaz. Müzik gürültüye dönüşür, şiir yazılmaz, edebiyat marjinalleşir. Yaşamak donuklaşmış, insanlığın ruhu adeta kasılmıştır. Hayatın tadı tuzu kalmamış, zaman manasını yitirmiştir. Ne geçmişe ait bir tasavvur, ne de geleceğe dair bir tahayyül vardır. Eskiler, kıyamet öncesi diye algılamıştır bu dönemleri. Sessiz yığınlar bu zamanlarda iyice kabuklarına çekilir, her şeye kayıtsızlaşır, umarsızlaşırlar. Asude bir görüntü altında bir ufunet sarmıştır her yanı. Eski, tam olarak gündemden çıkmamış, yeni ise henüz doğmamıştır. Sessizlik komplosu denen türden kolektif bir suskunluk oyunu oynanmaktadır.
Sevgili Hiç kimse,
Bundan yıllarca önce, bir üniversite yurdunda ülkücü, İslamcı, solcu, her görüşten bir grup arkadaş sohbet ediyorduk. O zamanlar yurtlarda, öğrenci evlerinde, sabahlara kadar tartışılır, çay ve sigara eşliğinde öfkeli muhabbetler olurdu. Bir gece devrimi kimlerin yapacağını tartışırken, sol görüşlü bir arkadaş ayağa kalktı ve 'biz' dedi, "biz hepimiz aslında aynı yolun yolcusuyuz. Aynı kelimelerle konuşmasak ta, aynı 'dil'i konuşuyoruz. Ve tuhaf bir şekilde farklı ve düşman kamplardayız. Bana öyle geliyor ki, hepimiz sırayla yenileceğiz ve kazananlar aramızda olmayan ve şu an bir diskoda sevgilisiyle dans edenler olacak".
O geceden birkaç yıl sonra, bu sözleriyle hepimizi garip bir gerilime sokan solcu arkadaşın bir çatışmada öldürüldüğünü öğrendim. Aradan yıllar geçti ve maalesef onun dediği doğru çıktı. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada koca koca ideolojiler, büyük anlatılar, felsefeler, 'entertainment' endüstrisinin basit ve sıradan eğlenme kültürü karşısında birer birer yenildi. Doğruydu, sert ve soğuk ideolojiler insanlığı yormuş, bunaltmıştı. Hayata dair sıcak ve sevecen yaşama kültürleri üretilememiş, gelecekteki mükemmel ütopyalar uğruna şimdi ve bugün feda edilmişti. "Biz, hepimiz", bir batılı gazetecinin ifadesiyle, "Elvis'in kıvrak danslarına" yenilmiştik. Bu yeni eğlenme ideolojisinin temsil ettiği para ve cinsellik tahakkümüne dayalı yeni dinin, ne insan varoluşuna ne de adalet, özgürlük ve etik arayışına dair tek sözü bile yoktu. Ama sonuçta 'biz'i' yenmişti ve tüm insanlığı hızla içine çeken şeytani bir girdap gibiydi. Galiba kötülük yine kazanmıştı. Güçlüler, zenginler, yönetenler, kendi yaşam tarzlarını hiçbir ezaya, cefaya, zahmete girmeden muktedir kılmıştı.
Şimdi sorun şu; insanoğlunun ontolojik düzeysizleşmesi ve arzuların etik olmayan sergilenişi olarak yayılan bu içeriksiz ve hayvani dalga, geçici bir fetret devri tefessühü mü, yoksa yeni bin yılın yeni dini mi? Yani insanlık bütün büyük anlatıları terk edip başka bir ontolojik safhaya mı geçti, yoksa zamanın ruhu ve insanlığın vicdanı, bu fetret devrinden sonra tekrar diyalektik yürüyüşünü sürdürecek mi?
Kapitalizmin 'neo' teorisyenleri, Karl Popper'den mülhem büyük anlatı düşmanlığı ve yeni hayat felsefesinin ayetleri olarak "işini iyi yap, daha çok kazan, iyi yaşa ve keyfine bak" şeklinde özetlenen yaşam tarzını hepimize tek yol olarak dayatırken, her birimizin 'tek yol' bellediği inanç ve değerlerimizden vaz geçmeyi de şart koşuyorlar. Hatta giderek iyice saldırganlaşan, faşizan bir ağızla yeni dinlerine itiraz eden herkesi ve her şeyi aşağılamaya çalışıyorlar. Doğrusu, daha iyi bir dünya tasarımları, belden aşağı çalışmadığı ve belden yukarı ile ilgilendiği için bu yeni liberal-faşizm salgısına nasıl bir cevap üretecek, bilemiyorum. Ama şu kesin, esen yel hepimizi ayağa kalkmaya zorluyor. Belki, dünyanın bütün iman ve değer sahipleri, vatanseverleri, sosyalistleri, liberterleri ve akıl sahiplerini birleşmeye çağıran yeni bir manifestoya ihtiyaç var.
Sevgili Hiç kimse,
Bundan yıllarca önce, o solcu arkadaş öldürüldüğünde, başka bir İslamcı arkadaş intihar ettiğinde, bir ülkücü arkadaşımın da parasızlıktan tedavi ettiremediği çocuğunun kucağında ölümüne dayanamayıp akıl hastanesine yatırıldığını duyduğumda, üst üste gelen bu trajedilere bakarak aşağıdaki satırları yazmıştım;
"İnsanoğlunun bilinen tarihi boyunca yöneten ve yönetilen olarak bölünmüş toplumların siyasal düzeni "aynı hikayenin sonsuz tekrarı" gibidir. Silahı, parayı ve bilgiyi elinde toplayanlar geri kalanları yönetir. Yönetilenler ise ya bu düzene başkaldırır ve çoğunlukla yenilirler veya uysalca boyun eğer ve mümkün olduğu kadar bu düzen içinde mutlu ve huzurlu bir yaşam kurmakla meşgul olurlar.
Siyasal iktidar, yönetenlerin kendi arasında el değiştiren ve "ele geçirme" kavgasına konu olan bir erk alanıdır. Yönetilenler bu kavgada taraf değildir, sadece talep eden veya muhalefet eden bir "dış faktör"dür. Devlet denilen aygıt, yönetenlerin kendi arasındaki hegemonya kavgasını denge durumunda çözen ve çoğunlukla "dış faktör" olarak yönetilenlerin denetlenmesi üzerinden bunu sağlayan harika bir buluştur.
Yönetilenler denetim altında tutuldukça yönetenler, aralarındaki sorunları anlaşarak çözerler. Bu durumda yasalar geçerlidir. Denetimden çıktıkları durumlarda ise kılıç devreye girer. İç savaş, ihtilal ya da darbe olarak bilinen toplumsal altüst oluşlar sonucunda yönetenler yeni bir uzlaşma ve denge durumu daha kurarlar. Bu düzen böyle devam edip gider.
Sonuçta her durumda bütün toplumların güç sahibi bir egemen sınıfları ve güçsüzleştirilmiş geniş yığınları vardır.
Bilim, din, ideoloji ve töreler çoğunlukla işte bu "düzenin sonsuz tekrarı"na hizmet eden ve her durumda yönetenlerin, daha doğrusu "iktidar olma" ve "yönetme" ideolojisinin kazandığı kavgaların silahları olarak işlev üstlenirler.
Bu hikaye, hayat denilen trajedinin özü ve özetidir. Bütün peygamberlerin uğrunda acı çektiği asıl dava budur; insanları yönetilen olmaktan kurtarıp özgür ve onurlu insanlara dönüştürmek.
İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in (selam hepsinin üzerine olsun) bütün kavgası bunun için olmuştur.
Yönetilenlerin içinden çıkan ve muhteva itibariyle benzer bir gaye uğruna başkaldıran erdemli insanlar da aynı yolun yolcusu olmuşlardır.
Spartaküs isyanı, Hz. Hüseyin'in kıyamı, köylü ayaklanmaları, devrimler ve kurtuluş mücadeleleri yönetilenlerin erdemli yanının başkaldırı örnekleridir.
Peygamberlerin uğrunda ölümlere yattığı bu kavga ya başarısız olmuş veya başarılı olduktan hemen sonra amacından sapıp eski düzenin yeniden tahkimi ile sonuçlanmıştır. Musevilik, (eski) İbrani Krallıklarının ve tefeci-bezirganlığın, Hristiyanlık Roma'nın, İslam ise Emevilerle başlayıp Osmanlı ile devam eden serüvenin resmi ideolojisi olarak yönetenlerin yönetilenleri denetleme aracına dönüşmüştür.
Spartaküs ve Hz. Hüseyin kanlı yöntemlerle katledilmiş, tıpkı bunun gibi diğer bütün ayaklanmalar bastırılmış ve bütün devrimler hemen sonra eski düzenin yeni kılıkla devam ettirildiği yeni tip bir "harika buluş" olarak tarihe geçmiştir.
Kazanan her zaman yönetenler ve yöneten/yönetilen düzeni olmuş, kaybeden ise geniş yığınlar, yoksullar, güçsüzler, mazlumlar, halk, kitle ve erdemli insanların kurtuluş umudu olmuştur.
Bu kazanan/kaybeden denklemi, içinde insanoğlunun en temel sorunu olarak özgürleşmenin ilk paradoksunu barındırır. Paradoks basit ama çarpıcıdır; kazanmak için güçlü olmak gerekir. Ama güçlü olunca ise bu kavganın anlamı kalmamaktadır. Zira silah, para ve bilginin hegemonik sahiplenilişi anlamında güçlenmektir zaten özgürlüğü yok eden.
Bu nedenle peygamberlerin başarılı örnekleri, devrimlerin görkemli zaferleri kısa bir süre sonra "amac"ın tam tersine eski düzenin yeniden kuruluşuyla sonuçlanmıştır.
Bu anlamda özgürlük mücadelesinin kazanması, çoğu zaman kaybetmesi demek olmuştur.
Özgürlük paradoksu, hem yenildikçe hem kazandıkça kaybedilen bir tarihsel ironi gibidir.
Özgürleşme çabası, varolan gerçeği kabullenememe ve ideal olanı tahayyül edebilmeyi içerir. Ne var ki gerçekten koptukça yabancılaşma yaşanır. Oysa varolan gerçek zaten bir tür yabancılaşma olduğu için kabullenilmez olunmuştur. Burada özgürlük paradoksunun ikinci boyutu yaşanır: İdealizm ve realizm denklemi. Bu denklemde, realizm varolan düzene teslim olmayı, idealizm ise teslim olmamak için gerçeğe yabancılaşıp, sonuçta gerçeği dönüştüremeyecek hayallere sığınarak düzeni değiştirememeyi ifade eder. Yönetilenlerin çocukları gençliklerini idealizmle, ileriki yaşlarını ise realizmle yaşarlar. İdealizm döneminde başkaları için kendilerini, realizm döneminde ise kendileri için başkalarını feda ederler. Her durumda da yıkım ve tahribat temelinde bir yaşam vardır.
Yönetenlerin çocukları, doğuştan itibaren buyurganlığı, hükmediciliği ve otoriter davranmayı öğrenirler. Az riskle çok iş yapmayı, düzeni devam ettirebilme asabiyetini ve rasyonel düşünmeyi öğrenirler. Evleri, dışarıdaki düzenin mikro örneği gibidir. Hizmetçileri, dadıları, aşçıları, şoförleri vardır. Onlara emir vererek büyürler. Onların sahibi olduklarını erken kavrarlar.
Yönetilenlerin çocukları da "düzen"le ve kaderleriyle evlerinde tanışırlar. Emir almayı ve isyan etmeyi öğrenirler. En basit bir talep için kavga etmek ve hırpalanmak zorunda kalırlar. Kendilerini ancak ve sadece ötekini bastırdıkça öne çıkarabilecekleri bir dünya da büyürler. Geliştirebildikleri tek yetenek, yıkarak yapmaya çalışma güdüsüdür. Bu nedenle en güçlü olanları dahi hakim değil despot, sahip değil bağımlı, bilge değil ukala olur. Silah, para ve bilgiyi, çoğunlukla sadece tüketmek için ve yönetenlere hizmet edici tarzda kullanmayı bilirler. Yönetilen olmayı erken benimserler.
Dinler, ideolojiler ve töreler, işte bu "kişilik"lerin prizmasında kırılarak amaçlarının tam tersi bir işlev görür. Özgürlük çağrıları ve özgürleştirici öğretiler, işte bu bünyeler üzerinde ölümcül bir paradoksun malzemesine dönüşür. İşte bu paradoksların derin sonuçlarını kaldıramayacak kadar cesur ve onurlu insanlar gün gelir "ben oynamıyorum" der. "demek gerçek bu!" der, "Hiçbir şeye katılmıyorum" der, "Hepinizin ve herşeyin canı cehenneme" der, "biz yangında koşuyu kaybeden atlarız" der, ve susarlar.
Yönetenler bir kez daha kazanır, düzen yine tahkim olur, tarihin ironisi son olmayan defa tecelli eder. Güneşin altında yine değişen bir şey olmaz. 'Boşlukla asılı duran ağır bir çarkı döndürüp durmak' gibidir artık hayat.
Özgürlüğün paradoksu işte budur.
Bu paradoks, koşu bittikten sonra da koşacak atlarla aşılır."
Evet sevgili Hiçkimse,
Bugün ağaran saçlarımızdan başka değişen pek bir şey yok. Belki yeni bir dil inşa etmemiz gerekiyor. Biz'i, hepimizi ifade eden, içinde hayat olan, özgürlük olan, eğlence olan, kavga olan, isyan olan, aşk olan, ütopya olan ve gerçek olan bir dil. Bir insanlık dili. İster tanrıdan ve tanrıyla konuşsun, isterse paradan puldan, her durumda insandan konuşan bir dil. Hiçbir yabacılaşmaya, hiçbir amaca, hiçbir 'başka'ya insanı kurban etmeyen, her daim insanı mülkün, otoritenin ve hayatının efendisi kılacak özgürleştirici bir dil. İçine herkesi ve her şeyi almayan, kötüyü, yanlışı, çirkini dışlayan, insani olmayanı reddeden, doğruyu ve yanlışı ayırt eden bir dil. Nefes alabileceğimiz, bir birbirimizi başka doğrular adına yargılamadan konuşabileceğimiz, yukardan bakmanın feraseti ve aşağıdan konuşmanın mertliğini içeren, bizi aynı dalga boyunda tutacak ve Allah ve özgürlük için kardeş, yoldaş kılacak bir dil.
Belki, bu dili üretmek ve bu dilden konuşmak, gücün, paranın, efendilerin dinine dur demenin ilk adımı olabilir.
Belki, bu fetret zamanlarında özgürlüğün paradoksuna takılıp kalmak, ruhlarımızın içinde yağan karla ısınmak, yangında koşuyu kaybetmek, esen yele kapılıp sürüleşmekten daha iyidir.
Belki hayat, bizim gibiler için sadece bu paradokstan ibarettir.
Ya, işte böyle sevgili hiç kimse, işte böyle..
Hoşçakal.
Saygılar, sevgiler..
Yoksulkul 2009 www.yoksulkul.com
İletişim için : yoksulkul@gmail.com
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...
Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder