20 Ocak 2009 Salı

(Namaz Zamanı) Kur'an'da Eğitim Üzerine / Yaşar Değirmenci ( Lütfen Okuyunuz, Okutunuz !!! )

 Kur'an'da

Eğitim Üzerine

 

Terbiye (eğitim), yetişkin nesiller tara­fından yetişmekte olan nesillere yapılan her çeşit etkidir. Diğer taraftan terbiyeyi, Hz. Peygamber'in görevi açısından ele aldığımızda; "tebliğ ve irşad" manasına gelir. Tebliğ, eğitim ve öğretimi de içine alan bir terimdir. İrşad ise, bir rehberliktir. Hz. Peygamber; "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurduğuna göre terbiyeyi "güzel ahlâk sahibi olma, fazilete erme" ve erdirme faaliyetlerinin adı olarak da ifade edebiliriz. Eğitimi Peygamber seviyesinde ele aldığımızda, "tebliğ" etmek manasına gelir. Böylece öğretim de eğitimin içine girmektedir. Tebliğ hem eğitimi ve hem de öğretimi içine alır.

Terbiye ile eğitimin çok benzer tarafları olmakla beraber, eğitimin belli bir metoda bağlı olması ile terbiyeden ayrıldığı söylenir. Eğitim mi terbiye mi tartışması bizi meşgul etmemeli, aslolan iste­nilenin anlatılmasıdır. Kur'an, eğitimi "Rab" ke­limesi ile ifade etmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır "Hak Dini Kur'an Dili" tefsirinde "Rab" kelimesi, terbiye manasına gelmektedir. "Rab", gerçekte terbiye demektir. Yani "bir şeyi olgunluğa ulaştı­rıncaya kadar tavırdan tavıra geçirmektir.

Demek ki, Kur'an'da "rab" terbiye karşılığında kullanılmaktadır. Mutlak manada kullanılınca eğitenin Allah olduğu ortaya çıkar. Yani Allah için kullanılır. O zaman da, "Bütün varlıkların yetiştirilmesini yüklenmek" anlamına gelir. "Rab" kelimesi tamlama olunca "sahip" anlamı­na; "masdar" olarak kullanılınca da; a) İlimde ta­sarruf sahibi olmak, b) Nefsini ilimle terbiye etmek manasını taşır.

Dilimize Arapçadan geçen "terbiye" kelimesi, "rab ve riba" köklerinden gelir. Bunların anlamları "bes­lenmek, tamamlamak, ziyadeleşmek, toplanmak, artmak, çoğalmak"tır. "Terbiye" de lûgat anlamıyla kısaca "tamamlatmak, ıslah etmek"tir. Terim olarak da "bir şeyi derece derece olgunluğa eriştirmek, ye­tiştirmek" manasına gelmektedir.2

Rab, Arapçada "malik, sahip, ulu" manalarına sıfat olarak kullanılır. Yine "Rab", Allah'ın Kur'an'da ge­çen güzel adlarından (esma-i husnâsından) biridir de. Kur'an'da "Rab" kelimesi, Allah'ın adı ola­rak 965 defa anılmıştır. Bu keli­me, Kur'an'ın ilk tebliğ edilen ve (İkra'-Oku!) emriyle başlayan beş âyetinde de geçer.

Kur'an'da Allah adı 2799 defa tekrarlanmıştır. Ondan sonra en çok tekrarlanan Rab adıdır.3 Bu ad, dualarda da çok defa yer alır. Arapçada isim ve sıfat olarak kullanılan (Rab) kelimesi, çeşitli şekillerde Kur'an'da Allah ismin­den sonra en çok geçen kelime­dir. Yetiştirici, gözetip koruyucu, ayrıca itâat olunan efendi, her­hangi bir durumu düzelten kim­se, bir şeyin mâliki mânâlarında kullanılıyor. İslâm'da ise bu ke­lime, "benzeri olmayan efendi, verdiği nimetlerle mahlûklarının durumlarını düzelten, yaratma ve emretmenin sahibi" anlamlarını kazanmıştır. Rab kelimesinin bu manası anlaşıldıktan sonra Peygam­berimiz: "Hizmetçiler sahibine Rabbim değil, sey­yidim desin" diyerek, insanların Rab olarak yalnız Allah'ı tanımalarını, yalnız O'na bu şekilde hitap etmelerini emrediyor. Rab kelimesinin Kur'an'da bu şekilde kullanılması, sadece mürebbi manasına değil, terbiye gibi olan istilâ, teklîf, emir ve nehiy, tergîb ve terhîb, taltîf, takdîr gibi eğitimin bütün unsurlarını ifâde etmektedir. Allah için kullanılan Rab kelimesinde, sahip ve mâlik mânâları da bulun­maktadır. Terbiye, bir şeyi kademe kademe tedric ile kemâline ulaştırmaktır ki, bunun eseri istıfâ ve tekâmül olur.

Rabbin Allah ismi olarak terim anlamı, "Bir şeyi de­rece derece halden hale, nitelikten niteliğe geçire­rek olgunluk amacına eriştirinceye kadar yetiştiren yaratıcı mutlak kudret sahibi"dir. Rab kelimesinin bu anlamıyla Kur'an'da Allah'tan sonra en çok tek­rarlanmış olması, bize İslâm dininde eğitim (ter­biye) sisteminin Allah inancına dayandığını ve ilk, mutlak yetiştiricinin Allah olduğunu açıkça anlatı­yor. Kur'an, bütünüyle bu sistemi kapsar. Hazret-i Muhammed'in peygamberlik hayatı da bu sistemin uygulama örnekleriyle doludur. Bu örneklerin ba­şında ilk yetişen olarak kendisi, sonra da kendisinin yetiştirdiği kişiler vardır. Kur'an'ın bütününe yayıl­mış bulunan eğitim sisteminin başlıca ilkeleri yine Kur'an'ın tertibine göre birinci sûresi olan ve beş vakit namazlarının her rekâtında okunulan "Fa­tiha" sûresinde toplanmıştır. Fâtiha, Kur'an'ın özetidir. Bu­nun için peygamberimiz, ona "Ümmü'l-Kur'an: Kur'an'ın ana­sı" demiştir.

Hicretten önce 2. yıl gibi henüz daha işin başında bulunulan bir devirde, Medine'den gelen bir takım kimseler Mekke'de kısa bir müddet süren oturuşları sırasında İslâm, îman ve gaye­lerine katılmak istediklerini be­lirttiklerinde Peygamber Efen­dimiz onlara Kur'ânı ve İslâmî prensipleri öğretmek üzere bir "mu'allim" (öğretmen) göndermiştir.

Suffa ilk İslâm "üniversite"sidir. Bizzat Rasulullah burada dersler veriyordu; fakat henüz başlangıçta bulunanlara okuma-yazmayı ve Kur'ân'ı öğretmek üzere diğer bazı öğretmenler de vazife görüyorlardı. 'Ubâdet'ubnu's-Sâmit, Kur'ân ve okuma-yazma öğ­reten muallimlerden biridir. Esasında bir yazı müte­hassısı olan Abdullah ibn Sa'id ibn'il-'As, Rasulullah tarafından "hikmet öğretmeni" olarak tâyin edilmiş­ti. Muhammed A.S.'ın okuma ve yazmaya verdiği ehemmiyet, Bedr savaşında esir düşen müşrik düş­man askerleri için fidye-i necât olarak adam başına 4.000 dirhem (takriben 12 kg. altın) biçildiği halde, bunlar arasında okuma-yazması olanların Medineli 10 Müslüman çocuğa bunu öğretmek sûretiyle ser­best bırakılmasını emretmesinde görülür. Bir hadîs âlimi, eserindeki bu bahsin başlığını: "Müslümanla­rın müşrik öğretmenler edinmesine müsaade" ola­rak tâyin ve tesbit etmiştir. Bu müşrik öğretmenler­den birinin, herhalde Bedr'de uğradıkları ağır savaş yenilgisinin intikamını almak üzere, küçük öğrenci­leri fena halde dövmekte olduğunu bugün kaynak eserlerde okumaktayız.

İslâm eğitim anlayışında, doğuştan getirilen içgü­dülerin -hiçbirisi dışlanmadan- hepsi geliştirilmiş ve yönlendirilmiştir. Ayrıca cemiyet içinde ortaya çıkan bütün nefs istekleri; bir arada olma, kazanç, itibâr, iktidâr, diğergâmlık, tecessüs vb. ictimâî menşeli olan nefs istekleri de, kişinin kendine ve içinde yaşa­dığı toplumun sağlığına uygun düşecek tarzda geliş­tirilmiş ve yönlendirilmiştir.

İnsanda ister doğuştan gelmiş olsun, isterse sonradan kaza­nılmış olsun her türlü istekle­rin doğuşu, gelişimi, yönlendi­rilmesi ve söz konusu istekler­deki hedeflerin değiştirilmesi, tamamen eğitim ve öğretimle ilgilidir. Uyanan bir isteğin meşrû bir ortamda tatmîni, tatmîn edilemeyecekse, niçin tatmîn edilemeyeceğini kişi­nin kendi nefsine açıklamasını ve iç kontrol gücünü kullana­rak bu isteğinden vazgeçme­sini veya yönlendirmesini öğ­retmeliyiz. İsteklerinden vazgeçmeyen yahut vazge­çemeyen insanlar, başka insanlara ve içinde yaşadığı topluma ters düşen, cemiyetine uyum göstermeyen insanlar olurlar. Bu gibi insanlar pek çok kötü alış­kanlıklara düşebileceği gibi, suç da işleyebilirler ya da ruh hastası olabilirler. Eğitim, insanları bu nok­talara getirmeden çarelerini bulup göstermeli, ruh ve beden özelliğine ve içinde yaşadığı toplum değer yargılarına göre öğretmelidir. İnsan, fıtratına uygun bir biçimde, kendisini ve evreni yaratan Allah'ın Kur'ân'da bildirdiği gibi güzel örneklerle eğitilirse, başarılı ve mutlu olacak yeteneklerle donatılır.

Hz. Peygamber, kendi ifadesiyle bir "muallim" ola­rak gönderilmiştir. O, büyük bir eğitimci, terbiyeci, aydınlatan bir tebliğci, en son ve en mükemmel el­çidir. Bu seçkin elçi ve başarılı muallim, çeşitli mad­di ve manevi sıkıntılar içinde, 'oku' emrini aldığı andan itibaren eğitim ve öğretim işlerini fiilen üst­lenmiş; bu faaliyetleri Mekke'de 'Daru'l-Erkam'da, Medine'de Mescidinde ayırdığı 'Suffa'da yürütmüş, 23 yıl gibi kısa bir zaman içinde o sert yapılı, kaba tabiatlı ve imtizaçsız insanları kardeş yapmış, ta'lim ve terbiyeye amade kılmıştır.

Hz. Peygamber onların başlangıçtaki baskı ve zu­lümlerine sabır ve tahammül gösteriyor, ısrarlı öğ­retim ve eğitim sayesinde onları etrafına kenetli­yor, en çok sevdikleri akrabalarıyla lüzumu halinde savaştırıyor; onu kendi nefislerine tercih ettiriyor; evlerini-yurtlarını terk ettirerek, bilmedikleri ülke­lere hicret ettiriyor; dünyaya açılıyor ve (Bizans ve Sasan gibi) o günkü iki süper gücün hiç adam yerine koymadığı geri bir toplumu ilim ve irfan potasında yoğurarak bir 'ümmet-i vasat' inşa ediyor ve dünya dengesi kuruyor. Sayıları gittikçe ço­ğalıyor, zeliller aziz oluyor; çok geçmeden dünya, O'nun aydınlığıyla aydınlanıyor, çok başarılı bir muallim olarak vazifesini tamamlıyor.

Peygamber'in en belirgin vas­fı eğitici-öğretici olmasıdır. "Şüphesiz ben muallim ola­rak gönderildim" buyurması da buna işaret etmektedir. O, bu sıfatıyla Kur'ân'ın belirle­yiciliğinde, insanları aydın­latacak, iyiliklere teşvîk ede­cek, kötülüklerden sakındıracak, hülâsâ insanlığın saâdeti için bir muallimin yapması gereken her şeyi yapacaktır. Peygamber Efendimiz sık sık şu hadîsi tekrarlamıştır: "Bir tek âlim, şeytana karşı (savaşta) bin zahitten daha çetindir." Bu hadis ilme ve âlime ne kadar değer verildiğini göstermektedir.

Eğitimde kadınların özel bir yeri ve değeri vardır. Kadınlar, Rasulullah tarafından özel bir ihtimam ve yetiştirilmeye tâbi tutulmuşlardır. Buhârî'nin belirt­tiğine göre, haftanın bir gününü tamamen onlara tahsis etmiş ve bu günde sadece onlara hitap etme ve onların suallerine cevap vermişlerdir. Ayrıca Pey­gamberimizin zevceleri de bu gayret ve çalışmada vazife alıyorlardı.

Bilindiği gibi Peygamberimizin zevcesi Hafsa okuma ve yazma bilmekteydi. Onun zevcelerinden bir diğe­ri olan Âyişe, hukuk alanında yüksek bilgiye sahip olmuş ve daha sonraki devrelerde, hatta en âlim er­kek hukukçular tarafından bile, hukukî bilgisinden istifâde edilmek üzere devamlı ziyâret edilip istişârî mütâlealalarına müracaat olunmuştur. Aynı şekilde Âyişe, "şiir", "tıb", "Arab tarihi" (eyyâm'ul-Arab) ve Arabistan kabilelerinin "ensâb" şecereleri üzerinde de üstünlük sağlamıştı.

Kur'ân-ı Kerîm'de, bizzat Rasulullah'ın zevcelerine öğretimle meşgul olmaları için yükletilmiş mecburi­yetler bulunmaktadır. Bir gün Rasulullah'ın eline bir miktar para geçmişti; kızı Fâtıma gelip, kendi kocası kuyudan su çekerken zorluk içinde kaldığını ve ken­disinin de un yapmak üzere tâne öğütecek tâkatinin bulunmadığından bahisle, bu işlere yardım etmek üzere bir köle satın almasını ondan istedi. Rasulul­lah ona şu cevabı vermiştir:

"Suffa'daki insanların midelerini boş bırakarak sizin istediğiniz şeyleri yerine getirememem; bütün para­yı onların istifadesine tahsis edeceğim."

Suffa'daki talebeler, mübelliğ-muallimler, iman taşı­yıcıları olarak Arap Yarımadası'nın dört bir köşesin­de vazife görmek üzere kendilerini yetiştirip hazırlı­yorlardı. Müslümanlar arasında ilk tasavvuf yoluna düşenler de onlar arasından çıkmıştır. Bunlar İslâm ideali yolunda öyle kuvvetli hatıralar bırakmışlardır ki, sonradan gelen birçok klasik devrin İslâm yaza­rı, Suffa'da yetişen insanların hayat ve menkıbele­rinden bahseden uzun isim listeleri ve biyografiler meydana getirmişlerdir. Kaynak eserlerde, büyük İslâm hukukçusu İbn Mes'ûd ve Halife Ömer'in oğlu Abdullah, Rasulullah'ın müezzini Bilâl Habeşî, rahib Ebû Âmir'in oğlu Hanzele, büyük zahid Ebû Zerr, Yunan'lı Suheyb, İran'lı Selmân, ünlü hadîs yazarı Ebû Hureyre, Irak Fâtihi Sa'd'ubnu Ebî Vakkaas ve diğerleri görülmektedir. Bu listelerdeki Arabistan'ın en uzak bölgelerinde oturan kabilelerden gelmiş in­sanların isimlerine de tesadüf edilmektedir ki, bun­da şaşılacak bir şey yoktur.

Peygamber Efendimizin eğitiminde sevginin, "sevgi toplumu"nun ayrı bir yeri vardır. Allah'ın Rasulü, İslam toplumunun bir sevgi toplumu olduğunu fert­lere hissettirmek için bir yöntem ortaya koymuş ve kişinin sevdiğini karşısındakine açıkça söylemesini istemiştir. Bu sebeple sevginin İslam toplumunun tüm üyelerine gösterilmesini arzu etmiş, bu konuda hiçbir ayırım yapılmamasına işaret etmiştir. Hatta negatif ayrımcılığa duçar olabileceklerini düşündü­ğünden olsa gerek, sevgi konusunda fakirlerin daha fazla dikkate alınması gerekliliği üzerinde durmuş­tur. O, eşi Hz. Aişe'ye, "Ey Aişe, fakirleri sev, onları yakınına al ki, Yüce Allah da kıyamet gününde seni yakınına alsın" demiştir. Böylece, sevgiyle İslam top­lumunu oluşturan fertlerin gönüllerinin birbirine yakınlaştırılmasına ve aralarında ünsiyet ve ülfetin kalıcı hale getirilmesine çalışılırken, fakir kitleye sevgiyle muamele edilmesi istenmek suretiyle, on­ların bu güzel duygulara muhatap olması özelikle istenmiştir. Bilhassa günümüzde bunun ne kadar önemli olduğu, çoğu üzücü olayların çıkış sebebinin "sevgisizlik" olduğu görülmektedir.

Peygamber Efendimizin eğitim sisteminde, insanla­rın kazanılması için çok çeşitli usuller denenmiş ve en müessir olanlar üzerinde durulmuştur. Eğitim­de yapılan bütün faaliyetler, insan fıtratına uygun olanlardır. Tebliğde bulunduğu şahıs ve kabilelerin isimlerine dikkat eder, onların isimlerine uygun te­villerde bulunur ve bu şekilde müessir olmayı dener­di. Ayrıca Rasulullah, akrabalık bağlarının sağladığı yakınlığı, davetin kabulünü sağlayan psikolojik bir unsur olarak görüp bunu bir eğitim usulü olarak çe­şitli hadislerle tavsiye ediyordu.

Benu Hanife reislerinden Sümame b. Üsal kendisi­nin de itiraf ettiği gibi öldürülmeyi hak etmiş suçlar işlemiş azılı bir İslam düşmanı idi. Bir müfreze onu yakalayıp Medine' ye getirdiği zaman Hz. Peygam­ber Sümame'nin Mescid'de bir direğe bağlanmasını ve kendisine iyi muamelede bulunulmasını ashabı­na emretmişti. Namaza giriş çıkışlarında da bizzat kendisi onunla ilgileniyor ve iman teklif ediyor, fakat Sümame kabul etmiyordu. Üç gün sonra Hz. Peygamber hiçbir karşılık almaksızın onu affederek serbest bıraktığı zaman Sümame, o kadar hayret etmiş ve hislenmişti ki, şehir çıkışında rastladığı ilk pınarda abdest alarak tekrar Rasulullah'ın huzu­runa dönmüştü. Kelime-i şehadetten sonra o, şöy­le diyordu: "Şimdiye kadar sen, benim nazarımda dünyanın en nefret edilecek adamı idin. Şimdi ise ben, her şeyden çok sana hayranım." Rasulullah'tan gördüğü iyi muamele ve af Sümame'ye öylesine te­sir etmişti ki, memleketine dönüşünde umre için uğradığı Mekke'de, Müslüman olduğunu ilandan çekinmedi.

Hz. Peygamber'in her karşılaştığı insanın imana ka­vuşmasını sağlamak için her çareye ve her metoda başvurmasındaki temel sebep, daha fazla insanı "hi­dayete kavuşturmak"tı. Eğitimin hedeflediği "güve­nirlik" Rasulullah'ın hayatında herkesin kabul ettiği mümeyyiz bir vasıf olmuştu. Peygamberimizin düş­manları dahi O'nun şahsi hayatı hakkında en ufak bir ithamda bulunamıyor, "emin"liğini ikrar mecburiye­tinde kalıyorlardı. Eğitimde önemli bir özellik olan "uygulamalı eğitim"i O, insanlara teklif ettiği husus­ları herkesten önce kendi nefsinde, herkesin yapabi­leceğinden fazlasıyla tatbik ediyordu. Şüphesiz bu du­rum, davet edilenler için önemli bir canlı misal oluş­turmaktaydı. Mesela; Umman meliki el-Culendi'ye Rasulullah'ın İslam'a davet mektubu ulaştığı zaman Hz. Peygamber'in hayatı hakkında bilgiler edinen melik şöyle diyordu: "Allah beni ümmi peygambere delalet etmiştir. O peygamber, hiçbir iyiliği kendisi ilk tatbik eden olmaksızın emretmiyor; hiçbir kötülüğü de kendisi ilk terk eden olmaksızın nehyetmiyor. O, mutlaka galip gelecektir, engellenmeyecektir; mut­laka üstün çıkacak, darda bırakılmayacaktır. O, ahde vefa gösterir, vaadi yerine getirir. Ben kesinlikle ka­bul ediyorum ki, O bir peygamberdir."

Bugün eğitimin varmak istediği nihai hedefi Rasu­lullah dost-düşman, inanan-inanmayan hemen her­kese tabii hal ve yaşayışı ile âdeta ders verir gibi ya­şıyordu. Bu sebeple; "yaşayışıyla güzel örnek olma" kaidesinin müessiriyetini gayet iyi bilen Peygamber Efendimiz hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslam'a davet ettiği insanların da İslami yaşayışı görerek fi­kir ve kanaatlerini ona göre tayin ve tespit etmeleri­ne imkân ve vesileler hazırlıyordu. Bedr Gazvesi'nde ele geçirilen esirlerin topluca bir yerde mahpus tu­tulmaları yerine birer birer ashab-ı kirama dağıtıla­rak misafir edilmeleri, başka bir takım fayda müla­hazaları yanında büyük ölçüde, esirlerin sahabenin İslami yaşayışına vakıf olmalarını temin içindi. Taif heyeti geldiği zaman, Müslümanların Kur'an oku­yuşları, namaz kılışları huşu' ve hudu' içinde iba­det edişleri ve İslam'ı yaşayışları kalblerini rikkate getirsin diye Hz. Peygamber'in onları Mescid'in he­men yanında misafir ettiğini biliyoruz. Bazı heyet mensublarının, ashabın evlerine dağıtılarak misafir edilmelerinde, yine bu husus mutlaka göz önünde bulundurulmuştur.

Sonuç olarak; eğitim, insanın yaratılış gayesi olan 'Allah'a kulluk etme' prensibini gerçekleştirmeyi hedef alır. İslâm eğitimi, kul ile Allah ve kul ile kul arasındaki ilişkilerin iyi anlaşılmasını ve bu anlayış üzerine dav­ranışların bina edilmesini gerçekleştirmeye çalışır. Bu sayede insanı dünyevî ve uhrevî saadete götürür.

 

Yaşar Değirmenci / Eğitimci, Yazar

 

www.kuranihayat.net sitesinden alınmıştır.


--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Saygılar, sevgiler..

Yoksulkul 2009      www.yoksulkul.com



--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: