Seni Öldürmeye Gelen Sende Dirilsin
|
İslâm âleminin yetiştirdiği en büyük hukukçu ve Hanefî mezhebinin kurucusu olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, âlim ve fâzıl bir insandı. Yaşadığı dönemde onun üstün meziyetlerini bilenler ve onu lâyıkıyla takdîr edenler bulunduğu gibi, onu kıskanıp çekemeyen hasımları da vardı. İşte bu hasımlarından biri, bir gün hased ve kininde o dereceye vardı ki, îtidâlini kaybedip hiçbir sebep yokken İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye bir tokat attı. Ebû Hanîfe Hazretleri ise muhâtabına bakarak onun hiç beklemediği şu karşılığı verdi: "–Senin tokadına ben de bir tokatla mukâbele edip sana bu hareketinin cezâsını verebilirim, buna gücüm yeter. Ama bunu yapmayacağım. Seni, cezâlandırması için halîfeye şikâyet edebilirim, fakat bunu da yapmayacağım. Bana yaptığın bu kötülüğü, Cenâb-ı Hakk'a şikâyet edebilirim, bunu da kat'iyyen yapmayacağım. Mahşer günü, senden benim intikamımı almasını Cenâb-ı Hak'tan niyaz edebilirim. Ancak o dehşetli günde, seni böylesine zor bir durumda bırakmayı da düşünmüyorum. Kıyâmet şu anda kopsa ve bu sözlerim, senin hakkında bir şikâyet olarak kabul edilse, derhal sözümü değiştirir ve Cenâb-ı Hakk'a, Cennet'e sensiz gitmek istemediğimi söylerim." Adam, bu merhamet dolu fazîletli sözler üzerine âdeta dondu kaldı. Ebû Hanîfe Hazretleri'nin şefkat yüklü her bir cümlesi, sanki bir anne-babanın evlâdına olan muhabbetinin bir misâliydi. İnce ve zarif ruhlu Ebû Hanîfe Hazretleri'nin bu tavrı karşısında adamın kasvetli gönlü altüst oldu. Bir müddet rûhî çalkantılar yaşayan adamın kalbindeki kin, husûmet ve öfke duyguları eridi, kayboldu. Derken anlarla ifade edilebilecek bir zaman içinde gönlünde apayrı bir muhabbet kapısı aralandı. Sanki biraz önce hasedinden saldıracak kadar düşmanlık besleyen o adam gitti, yerine yaptığı edepsizlikten bin pişman olan ve İmâm-ı Âzam Hazretleri'ni candan seven minnettar bir insan geldi. Ebû Hanîfe Hazretleri, bu hareketi ile hem kendisini intikam ve öfke ateşinden kurtardı, hem de kendisine kasteden hasmını, gönlünün huzur dolu sarayında misafir etme fazîletini gösterdi. Tasavvufî ahlâk da aslında bu gönül hassâsiyetine sahip olmayı gerekli kılar. Nitekim Rislân-i Dımeşkî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur: "Şâyet sana düşman olanı yenmeye kendinde bir güç bulursan, bulduğun bu gücün şükrânesi olarak onu affet." İşte İmâm-ı Âzam Hazretleri'nin hikmet dolu sözleri karşısında âdeta eriyen hasmı, derhal o mübârek zâtın ellerine kapandı ve affını diledi. Ebû Hanîfe Hazretleri de kendisini çoktan affettiğini, bu vesîleyle Cenâb-ı Hakk'ın da kendilerini bağışlamasını ümîd ettiğini söyledi. Zîrâ o mübârek zât, insanları affede affede Allâh'ın affına lâyık olabilmenin azmi içindeydi. Bu kıssadan alınacak ilk ve en büyük ders, insanlara karşı muâmelelerde tevâzû ve affediciliği elden bırakmamak gerektiğini kavramaktır. Şâyet İmâm-ı Âzam Hazretleri, tokat yediğinde nefsine mağlûb olup aynıyla mukâbele etseydi veya: "–Sen beni tanıyor musun? Benim kim olduğumu biliyor musun?" gibi gurur ve kibir kokan sert ifâdeler kullansaydı, bu durum, muhâtabında hiçbir müsbet tesir meydana getirmeyecek, bilâkis onun nefsâniyetini tahrik ederek kin ve gayzını artıracaktı. İkinci husus; şahsî meselelerde muktedir olduğu hâlde intikam almamak, âcizlik ve pısırıklık değildir. İnsan, güçsüzken zaten elinden bir şey gelmez. Bu sebeple asıl fazîlet, peygamberler ve velî kullarda olduğu gibi güçlüyken affetmesini bilmektir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke'yi fethettiğinde; yıllarca mü'minlere zulmetmiş, canlarına ve mallarına kastetmiş, kendilerini anayurtlarından çıkartmış olan müşriklerin hepsinden bir emriyle intikam alabilirdi. Fakat Âlemlere Rahmet Efendimiz, o gün büyük bir af îlân ederek gönülleri fethetti. Zîrâ O'nun murâdı, hak etmiş bile olsalar, insanların helâk olması değil, bilâkis bütün hataları, kusurları ve günahlarına rağmen herkesin hidâyet pınarında yıkanıp arınması idi. İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-'ın bu yüce hassâsiyeti, günaha duyulan nefreti, günahkâra taşırmamak ve ne kadar kusurlu olursa olsun Rabbimizin kullarına Hakk'ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek fazîletidir. Bu da ancak nebevî bir terbiye ile elde edebilecek bir takvâ hâlidir. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, günahkârları yaralı bir kuş gibi farz edip onları tedâvî için kendi gönül sarayına şöyle dâvet eder:
"Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel! Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da, gel! Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!.."
Bu rahmet çağrısı; ne durumda olurlarsa olsunlar, Allâh'ın bütün kullarını hakîkî saâdeti tatmaya, gerçek fazîleti idrâk etmeye ve İslâm'ın güler yüzünü seyretmeye dâvettir. Diğer taraftan mazlûmun en büyük silâhı, duâsıdır. Yukarıdaki kıssada Ebû Hanîfe Hazretleri, bu silâhını, hasmını yok etmek için bir bedduâ olarak kullanmak yerine, onun kalbindeki kin ve nefreti söküp atan bir duâ olarak kullanmıştır. Gerçekten onun göstermiş olduğu anlayış ve olgunluk, fiilî bir duâ hâlinde hasmının gönlünü fethetmiş ve bu hâdise, her ikisinin de hayrına neticelenmiştir. Yine bu hâl, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-'ın Tâif'te taşlandıktan sonra o belde halkının kahrı için değil de, hidâyeti için duâ etmesini hatırlatan müstesnâ bir gönül ufku sergilemektedir. Öte yandan şunu da ifade etmek gerekir ki, fazilet sahibi insanlar, her hâlükârda çeşitli sebeplerle düşmanca hareketlere ve lâyık olmadıkları hakaretlere mâruz kalabilirler. Bunlar, bazen kişinin malına, bazen âilesine ve sevdiklerine, bazen de canına kast şeklinde olabilir. Mühim olan, böyle nâhoş bir muâmele ile karşılaşıldığında göze göz, dişe diş intikam peşinde koşmak değil; yukarıdaki misalde geçtiği üzere, bu menfî hâdiseyi, kendimiz ve muhâtabımız için hayra çevirebilmektir. Daha kısa bir ifadeyle, bizi öldürmeye geleni, ahlâkî olgunluğumuzla kendimizde diriltebilmektir. Bize diken batırana, gül kokusu ikrâm edebilmektir. Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-'ın gönül hassâsiyetini sergileyen şu hâdise ne kadar ibretlidir: Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Bu esnâda adam, iğrenç bir davranışa meylederek ansızın Hazret-i Ali'nin mübârek yüzüne tükürdü. O esnâda o kâfirin kafasını bir hamlede uçuruvermek, Hazret-i Ali için işten bile değildi. Fakat o, sırf Allâh için olan gazâ niyetine, nefsini ortak etmekten endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yavaşça yere indirip kınına soktu. Düşmanını öldürmekten vazgeçti. Perişan vaziyette ölümünü bekleyen adam, bu hâle pek şaşırdı. Zîrâ o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde, Hazret-i Ali'nin, öncekinden daha şiddetli bir mukâbele göstererek daha büyük bir hiddet ve öfkeyle kendisini öldüreceğini düşünmüştü. Fakat hayâl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. Hazret-i Ali'nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman, ölmeyi-öldürmeyi unutup hayret ve merakla sordu: "–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken, bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin..." Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- dedi ki: "–Ben Hazret-i Peygamber'in bana armağan ettiği bu kılıcı, ancak Allah yolunda kullanırım. Allah düşmanlarının başını, yine O'nun rızâsı için vururum. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam… Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben, o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tâbî olmak gibi, bir mü'mine aslâ yakışmayan, âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gurûrumu tatmin için değil, Allah için gazâ ederim." Neticede o düşmanın gönlü, öldürmeye geldiği insanın ulvî ahlâkı karşısında âdeta yeniden hayat buldu. Hazret-i Ali'nin nefsine mukâvemetinden ve ihlâsından hisse alarak îmân ile şereflendi. Nitekim bu üslûb ile ilgili olarak âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur: "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir." (el-Fussilet, 34) "(Ey Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve (lüzûmu hâlinde) onlarla en güzel bir üslûpla mücâdele et..." (en-Nahl, 125) Bu âyet-i kerîmeler, insanlarla münâsebetlerimiz hakkında en güzel düsturları ortaya koymaktadır. Bu esaslara riâyet edildiği takdirde, yanlış içinde olanlar, er veya geç hatalarının farkına varacak ve kalpleri mühürlenmemiş ise, doğruyu kabul edeceklerdir. Tıpkı kardeşlerinin yıllar sonra Yûsuf -aleyhisselâm-'ın değerini takdîr etmeleri gibi… Yûsuf -aleyhisselâm-'ın Mısır azîzi olduktan sonra, vaktiyle kendisini öldürmeye kastedip kuyuya atan kardeşlerinin yardım taleplerini reddetmemesi ve kendisini gizleyerek onlara ikram ve ihsanlarda bulunması da kalbî terbiyede kâbına varılamaz bir inceliktir. Hâlbuki o an, elindeki güç ve saltanat ile kardeşlerinden pekâlâ intikam alabilirdi. Fakat o hak peygamber, kusurları başa kakmak sûretiyle gönül yıkmanın değil, kötülüğe bile iyilikle mukâbele edebilmenin, ayıp ve hatâları setretmenin, şahsına yapılan zulümleri, Hakk'ın rızâsı uğruna unutuvermenin eşsiz fazîletine nâil olmuş bir hidâyet meş'alesiydi. Cenâb-ı Hak, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın kardeşlerine olan bu güzel davranışını âyet-i kerîmede şöyle beyân eder: "(Yusuf) dedi ki: «–Bugün sizi kınamak yok. (Ben sizleri bağışladım.) Allah (da) sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.»" (Yûsuf, 92) Bu asîl ve âlicenap tavırlar karşısında kardeşleri de nedâmet gösterip tevbekâr oldular. Yûsuf -aleyhisselâm-'ın zirve fazîletini kabul ve hakkâniyetini tasdîk ettiler. Şâir Ziyâ Paşa ne güzel söyler: Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ: تَاللهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللهُ عَلَيْنَا : (Tallâhi lekad âserakellâhu aleynâ)[1] Yâ Rabbi! Bizi, Peygamberlerinin ve sâlih dostlarının güzel ahlâkıyla ahlâklandır! Sen'in yüce dînini güzelce temsil edebilme husûsunda bizlere îman heyecanı, gayreti ve azmi ver! Bizi, râzı olduğun kullarının arasına kat ve bizi sâlihlerle beraber haşret!.. Âmîn! [1] Şiirin ikinci mısraı; "Vallâhi, Allah seni bizden üstün kıldı." meâlindeki Yûsuf Sûresi'nin 91. âyet-i kerîmesidir ve kardeşlerinin Yûsuf -aleyhisselâm-'ı yıllar sonra görüp tanımaları üzerine söyledikleri sözdür. |
Osman Nuri Topbaş
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Nefis Muhasebesi
Aziz ve muhterem Müslümanlar!
Hutbemiz nefis muhasebesine dairdir. Cenâb-ı Hak (cc) Cemîl-i Mutlak'tır. Bütün güzel isimler, sıfatlar ve eserler O'nundur. O ne yapsa güzeldir. Ya bizzat veya netice itibariyle güzeldir. Kusurdan, noksandan münezzehtir. Bütün iyilikler O'ndan, bütün kötülükler bizim kusurlu nefsimizdendir. "Nefis daima kötü şeylere sevkeder" âyet ifadesi bunu ders verir. Hadîs-i şerifte, 'Senin en zararlı düşmanın nefsindir' buyurulmaktadır. Hz. Yusuf (as) gibi bir peygamber-i âlî şan, 'İn-nennefse leemmaretün bissûi illâ mâ rahime Rabbî!' demesiyle nefs-i emmareye itimat edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın! Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zahirî sevse de, samimî sevemez. Belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusuru nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlar ile nefsini medih ve tenzih ederek adetâ takdis eder. Ve derecesine göre, 'Menittahaze ilâhehû hevâh' âyetinin bir tokatını yer. Kendini methedip sevdirmesiyse aksülamelle istiskali celbeder. Soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyayı karıştırır. Akıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hâzıraya mübtelâ olan, hisse ve heva-i nefse mağlup olup yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Adetâ ders aldığı Amme cüzünü birtek şekerlemeye satan havaî bir çocuk gibi elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak, hevasını memnun etmek ve hevesini tatmin etmek için ehemmiyetsiz cam parçalan hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip kârlı işlerde hasaret eder."
Aziz mü'minler! Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'inde "Kad eflaha men zekkâhâ ve kad hâbe men dessâhâ" ferman ediyor. Yâni: Nefsini ıslâh ve terbiye eden kurtulur. Nefsinin esiri olan, ona uyan zarardan, azaptan kurtulamaz. Zira nefis kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Daima iyliği kendinden bilip fahir ve ucbe girer. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. Bu halden kurtulmak için daima acizliğini, fakirliğini, kusurlarını düşünmek ve günahlarına sık sık tevbe ve istiğfar etmek ve Allah'ın merhametine sığınmak lâzımdır.
Unutmayalım ki: "Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez!" Nefsine mağlup olan, düşmana galip gelemez. Nefsinin peşinden koşan, Hakk'a hizmet edemez, iyi insan nefsini beğenmez, daima kendi kusurlarını araştırıp nefsini ıslâh etmeye çalışır. Başkalarının ayıp ve kusurlarını araştırmak nefsi unutmaktan ileri gelir. Allah Resulü (sav), "Hesaba çekilmeden evvel kendi nefsinizi hesaba çekiniz! En büyük düşmanınız olan nefis ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınınız!" buyurmuşlardır.
Aziz kardeşlerim! Şunu da unutmayınız ki: Nefis insanları imtihan için yaratılmış, şeytan yine bunun için insana musallat edilmiştir. Şeytan ve nefis olmasaydı, insanların kabiliyetleri gelişmezdi. Makamları aynı seviyede kalırdı. Cihad ruhu sönerdi. Manevî cihad olmazdı. Şeytan kötüdür ama nice iyiliklere basamak yapılmıştır. Nefis kötüdür ama onunla cihad eden cenneti kazanır. Allah nefsi de, şeytanı da hayır için yaratmıştır. Onları kendine şer yapan, insandır. Demek ki nefis ve şeytan gibi şerli mahlûkların yaratılması şer değildir, hayırdır. Güneş nice faydaları için yaratılmış bir lâmba, bir sobadır. Uzun zaman güneşte kalıp hasta olan adam, "Güneş zararlıdır!" diyemez. Dikkatsizliği sebebiyle cereyana çarpılan kimse, "Elektrik şerdir!" hükmünü veremez! Ateş çok faydalı bir maddedir, dikkatsizlikten evini, elini yakan kişi, dostunu kendine düşman etmiş, zarara uğramıştır. Nefis de aynen böyledir.
Bu misallerde görüldüğü gibi Allah şerleri de hayır ve istifademiz için yaratmıştır. Nefis ve şeytan maddî ve manevî terakkîde bir kamçı vazifesi görmelidir. Nefsimizi ıslâh edip onu hayırlı hizmetlere, camilere, cemaatlara bizi taşıyan bir vasıta yapabiliriz. Nefis aklın ve kalbin emrine girer, Hak ve Kur'ân'ı dinlerse bizi Allah'a götüren bir vasıta olur. Sözler'de ifade edildiği gibi, "Ey insan! Eğer sen nefis ve şeytanı dinlersen esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur'ân'ı dinlersen, âlâyı illiyyîhe çıkar, kâinata güzel bir takvimi olursun.
Ey insan, düşün! Sen alâ küll-i hal öleceksin! Eğer nefis ve şeytana uyarsan, senin komşuların, belki akrabaların, şerrinden kurtulmak için senin ölümünle mesrur olacaklar. Eğer 'Eûzü billahi mineşşeytânirracim' deyip Kur'ân'a ve habîb-i Rahman'a uyarsan, yer ve gök ölümünden dolayı senin için manen ağlayacaklar."
Hülâsa-i kelâm: Nefsimize nazar-ı rıza ile bakmayalım. Kusurlarımızı görüp istiğfar edelim. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.
Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Kusurunu görenin kusuru kusur olmaktan çıkar. Affa müstahak olur.
Yâ Rab! Kusurumuzu affet! Bizi kendine kul kabul et! Emanetini Gözetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl, âmin...
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Yolun Açık Olsun
Oğul;
"İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz..."
Dünya bir garip han, bir hoyrat mekân,
İnsan bir garip varlık kabına sığmayan...
Hayat bir yudum su, bir anlık rüya...
Ömür bir kısa yol tekrarı olmayan...
Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip; büyük yürümek ve büyük ölmek gerek. Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir, engeldir oğul. Sakın ha kendine takılmayasın ve kendinde boğulmayasın. Teklik sadece Allah'a mahsustur, tek başına karara durup hoyrat dünyanın dayanılmaz ağırlığını kaldırmayasın. İşlerini ehil kişilere danışarak tutasın, danışırsan yol alırsın, danışmazsan yolda takılıp kalırsın oğul.
"Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgârında savrulup gidersin."
Bir dem gelir bir tekmeyle dünyaları yıkacak olursun, bir dem gelir yerdeki karıncaya mağlup olursun. Güç hayvanda bile mevcut. Akıl sadece anahtar. Anahtara takılmayasın. Aslolan anahtarın açacağı kapılardır. Kapıların ardında hazineler, kapıların ardında sırlar vardır. Sırlar ki, ebedi muştuları koynunda barındırır; sonsuza kavuşturur. Aklını kullanıp dünyadayken cennetin kapılarını aralayasın oğul.
"Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın, azminden dönmeyesin. Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bil, her işin gereğini vaktinde yap!"
Öfke ateş, öfke âfet, öfke şeytandır oğul. İnsanoğlu dağları devirir; ama öfkesine mağlup olabilir. Öfkeyle savaşı daima taze tutmak gerektir.
" Yolcu, buruk baş gerek
Gözde daim yaş gerek
Huy biraz yavaş gerek
Yoksa yollar aşılmaz."
diyen ne güzel söylemiştir. Öfke benliğin yemi, en lezzetli gıdasıdır. Benlik semirdi mi irade yok olur gider. İradesi zayıflayanın ruhu intihar eder. Posalaşmış bir beden taşımak ne ağır zillet, ötelere kapalı bir ruh taşımak ne büyük ihanet.
Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı'na sabırsız ulaşılmaz. "Sabır kara bir dikeni yutmak, diken içini parçalayıp geçerken de hiç ses çıkarmamaktır." İnsan ocaklar gibi yanmalı, yanmalı da kimselere gamını ilân etmemelidir. Gözünü ötelere dikesin oğul, hesabını idealine göre yapasın. Şunu da aslâ unutmayasın: "Her şeyin vakti tayin edilmiştir. Vaktinden önce öten horozun başı kesilir."
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmaktan kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan'ın kullarına ihsanıdır.
"Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme."
Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asaletini dünyaya yeniden hakim kılmak için çıktık yola. Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur oğul. Ama altının değerini de sarraf bilir, sözünü muhatabına göre ayarlayasın. Cahilin karşısında altınlarını çamura atmayasın. Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez; sağırdır, kem sözü işitmez; dilsizdir, her ağzına geleni demez. Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez. Yunus gibidir o; yüreği muhabbete, gönül ibresi Hakikate ayarlıdır. O bir defa söz verdi mi, onu namusu bilir.
"Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!"
Anadolu; içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan... "Ana"larla dolu olan...
Ana çile yumağıdır, oğul dua kaynağıdır. Ana yüreği narin bir ipek, ata bileği Hakk'ın diktiği en sağlam direktir. Ne ananın ince yüreğini yakasın, ne de babanın kapı gibi bileğini kırasın oğul. Yarın yuva kurduğunda ocağınla onlar arasında köprü olasın. Ana ve ata düşmemek için sırtımızı dayadığımız duvardır, yarın duvar yıkıldığında kıymetini anlarsın.
"Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz. Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma! Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!"
Her şeyin ortası makbuldür, sevginin de. Sevdiğini gereğinden fazla sevmeyesin, yerdiğini de gereğinden fazla yermeyesin. Sevgini de, sadece yüreğinin eline vermeyesin. En çetin imtihan "sevgi"yle olandır. "Kişi ne kadar bahadır olsa da, muhabbete tuş olur." diyen atanın sözünü aklından çıkarmayasın. Böyle imtihan olmamak, istikbalde neslinden utanmamak için gecelerin bağrında, seherlerin aydınlığında duaya durasın. Senin ideallerin ve geleceğe dair hedeflerin var oğul.
Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tacını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir. Haklı olduğunda kavga vermesini bilir. Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını da bilir.
İyiliğe kötülük, şer kişinin kârı,
İyiliğe iyilik her kişinin kârı,
Kötülüğe iyilik de, er kişinin kârıymış oğul.
Sen bizim rüyamız, sen bizim devamız, sen bizim duamızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun.
Zümrüt-ü Anka'nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun ebediyete kadar açık olsun.
Dipnot
* Edebali Şeyh; Osman Gazi'nin kayınbabası. (ö: 1325), Karaman ve Şam'da öğretim gördü. Yüz yirmi yıl yaşadığı rivayet edilir. İslâmî ilimler ve rüya yorumlarında geniş ilmi vardı. Osman Gazi, Şeyh Edebali'de misafir kaldığı bir gece rüyasında, Şeyhin koynundan çıkan ayın kendi koynuna girdiğini ve göbeğinden yetişen bir ağacın bütün cihanı sardığını görür. Şeyh Edebali bu rüyayı büyük bir devletin kurucusu olacağı şeklinde yorumlar. Bu yorumdan sonra Şeyh Edebali'nin kızı Malhun Hatun'u Osman Gazi'ye verdiği söylenir. Türbesi Bilecik'tedir.
Nurgül ÖZCAN
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
"Sevdiğinden harcamadıkça hayra erişemezsin!"
"SEVDİĞİNDEN HARCAMADIKÇA hayra erişemezsin!" [Al-i İmran, 92]
Diyelim ki, birr'e yani hayra, yani sonsuz güzelliğe, kesintisiz mutluluğa erişmek istiyorsun. Niye erişmek istemeyesin? Öyleyse, sevdiklerinden vereceksin. Bedeli buysa sonsuz güzelliğin, lekesiz sevincin, her şeyi yanında bulduğun mutluluğun niye vermeyesin?
Neleri vereceksin? Neyi vermeye başlayarak çıkacaksın yola? Hangi sevdiğini koparacaksın kendinden? İlk elinden çıkaracağın, ilk harcayacağın hangisi olmalı? En iyisi bir liste yapmalısın. Sevdiklerinin listesi! E, hadi öyleyse.
Biliyorum, canını seviyorsun en çok. En başa yaz. Sonra? Gözlerini gözden çıkarmaya var mısın? Nazlanma, yaz listeye. Varsa, evini de yaz. Saçlarını seviyorsan, onları başında görmekle sevinecek birisi vardır mutlaka. Tel tel saçlarını da ekle listeye. Ellerini de yaz; bir gün olsun senin elinle tutmaya, senin gibi kavramayı özleyen elsizler var. Ayaksızlar da var, sonra! Ayaklarını yaz, koşmayı rüyalarında gören çocuklara vermelisin. Kim bilir nasıl da bayram edecekler senin gibi topa vurdular diye. Hazır ayaklarını yazmışken, yanına ayakkabılarını da tutuştur. Eskittiklerini de, eskiteceklerini de çıkar ayağından. Az kalsın unutuyordum, tabii ya, aklımı seveyim! Aklını da yaz. Seninki gibi aklı başında olsa, itibar görecek, sevinecek, sevindirecek, sevildiğini bilecek o kadar çok zihin akıl fukarası var ki?
Biliyorum, çok seviyorsun, sakın bunu da listeye koymamı isteme diyorsun. Ama ayet gayet ciddi! Sevdiklerinden vereceksin! Sevdiklerinden ne kadar çok verirsen, hele de çok sevdiklerinden verirsen, hayr'a giden yol kısalıyor. Tut ki, nefesini de yazdık listeye. Rahat bir nefes almaya hasret, nefese daralmış öyle hastalar var ki. Bir saatliğine tut nefesini onlara ver. Atıversinler oksijen maskelerini. Bayram etsin göğüs kasları. Bence, yüzünü de yazmalısın listeye. Madem ki her gün aynalarda seyrederek, kırışıklıklarını aldırarak, lekelerini temizleyerek sevdiğini gösteriyorsun; sevdiklerinin listesine koy yüzünü. Senin yüzünle dolaşmayı özlemiş yüzü yanıklar, suratı dağılmışlar vardır, kesin. Senin yüzünle görününce alacağı selamların, hak edeceği tebessümlerin açlığını çeken, senin yüzün suyu hürmetine gördüğün ikramları özleyen 'yüzsüz'ler de vardır bir yerlerde.
Başka neleri seviyorsun? Pencereden bakmayı seviyorsun; masmavi denizi, uçsuz bucaksız göğü de seviyor olmalısın. Hemen listeye yaz, göğü de ver bulutlarıyla. Denizleri, boğazları, nehirleri, içindeki balıkları tutabilme ihtimalini, dibindeki incileri boynuna takma imkânını da bağışla hemen. Çok sevdiğin şehrini niye esirgiyorsun? Yoksa sevmiyor musun? Kaldırımlarında insanların korkusuzca dolaşamadığı, duraklarında kalabalıkların olmadığı, vitrinlerinde seyretmeye değer güzelliklerin bulunmadığı şehir sakinlerine de şöyle güzel bir İstanbul vermek istemez miydin? Başladık bari bitirelim. Listeye yazdıklarının hepsi kesinlikle sevdiklerin olmalı. Son satırına geldiğinde, aklına sevdiğin ne geliyorsa, hepsi listenin içinde olmalı. Bundan sonra aklına ne gelirse, sevmediğin olmalı. Listenin tamam olduğunu ancak böyle anlarsın.
Şimdi gelelim ikinci listeye, kimlere vereceksin bu çok sevdiklerini. İnfakını kimler öncelikle hak ediyor? Sevdiklerinin en başına koyduğun canını, her halde en çok sevdiğine, en çok sevindirmek istediğine vermek istersin. Kim o? Sen daha iyi bilirsin. Yaz! Peki ya, 'gözde'lerin iki gözün, el üstünde tuttuğun iki elin kimlere gitsin? Her kimse bu talihli, listeye onu da ekle. Yüzünü kime vermeyi düşünürdün? Yüzünü kim hak ediyor en çok? Kim senin yüzünle göründüğünde tanıdık gelir herkese? Kim senin yüzünü giyindiğinde en çok sevinir, en çok sevilir? Kim tuhaf buluyorsa senin suratını, senin yüzünle görünmekten çekiniyorsa, ona yüzünü vermemelisin. Yüzünü en çok seveni tahmin et ve yaz! Nefesini kimlere vermek istersin? Nefessiz kalmana değecek biri var mı listende? Hiç olmazsa, nefes darlığını ferah nefeslerinle takas edeceğin birilerini koy listeye. Şimdi, vermekte en zorlanacağın en sevdiğini yazmaya hazırlan: Çok sevdiğin çocuklarını kime vermeyi tercih ederdin? Onlara senin kadar analık ya da babalık yapacak birini tanıyor musun? Çocuklarının onun çocuğu olmakla en çok memnun kalacakları, üzülmeyecekleri, ağlamayacakları birisi geliyor mu aklına? Aklını kime vereceksin? O güzelim aklının dediklerini en çok kim beğenir, en çok kim senin aklına güvenir? Aklını doğduğuna pişman etmeyecek kimi tanıyorsun? Çok sevdiğin gökyüzünü kimin üzerinde yükseltmek isterdin? Sokağı seyrettiğin, gün batımını beklediğin, kuş cıvıltılarını dinlediğin, rüzgâra yanağını verdiğin, önünü çiçeklerle süslediğin pencere önünü kime terk etmeyi düşünüyorsun? Yoksa, seviyorum ama vermiyorum mu diyeceksin? Yaz! Güneşi her sabah tap taze penceresine getirmeye lâyık gördüklerinin en başında kim gelir? Yıldızları, ovaları, denizleri, ırmakları, kuş cıvıltılarını en çok kime yakıştırıyorsan ona vermeye hazırlan. Onun da adını yaz listeye. İstanbul'u en çok infak etmek istediğin kişi her kimse, martılarından Boğaz'ına kadar, camilerinden Kızkulesi'ne kadar, her semtinin her taşının hakkını vermeli. Duraklarında otobüs beklemesini bile sevsin, trafiğinin uğultusunu bile özlesin. Lalelerini tek tek sevmeye, vapurlarında sabah vakti, ikindi vakti, gün batımında, geceleri bile çay içmeye vakit ayırsın. Kimse o, hemen yaz!
Bu ikinci liste de tamamlandığında, en çok sevdiklerin en başta, en az sevdiklerin en sonda olmak üzere, herkes olsun içinde. Öyle ki, biri geldiğinde aklına, yine listenin içinde bulasın. Sevindirmediğin kimse kalmasın. İhtiyacını gözetmediğin hiç kimse/hiçbir şey liste dışı olmasın. Hatta, ekmek kırıntısı atmak istediğin kuşlar da orada olsun. Okşayarak sevindirebileceğini düşündüğün kedilerin hepsi listede olsun. Hiç tanımadığın, tanısan belki hiç sevmeyeceğin, sevsen belki yeterince ilgilenemeyeceğin milyarlarca insanın muhtaç olduğu nefesleri, vazgeçemedikleri keyiflerini, üzerine titredikleri huzurlarını da sen veriyor olasın. Ellerini bir sevdiğini yitiren her insanın omzuna koyacak halde hazır bekletmelisin. Bence birlikte pes edelim. Ne verileceklerin listesini bitirebilirsin, ne vereceğin kişilerin sonunu getirebilirsin. İlgilendiğin her şeye ve herkese verilecek bir şeyin olmalı. Kimseyi es geçmeye hakkın yok. Kanadını kırık bildiğin her kuştan sorumlu biliyorsun kendini. Ona da verecek bir şey olmalı sende. Yetim kalmış her çocuğa bir anne ve baba borçlusun aslında. Yürünmemiş yolların bile, uğranmamış dağların bile alacağı vardır senden. Hatta hiç sevmediklerine hiç sevmediğin şeyleri vermek için bile listeye yeni maddeler ekleyeceksin. Firavun'a hiç sevmezsin diyelim, ama ona cehennemi vermek senin de istediğin. Zalimlere verilecek bir şeyin yok sanırsın; oysa zalimlere yaptıklarının cezası verilmezse sevinemezsin. Öyleyse, sevmediklerine bile sevmediğin şeylerin verilmesiyle seviniyorsun. Senin yapmayı sevmediğin işleri severek yapanların olması sevimli değil mi? Şimdi her iki listeye sevmediklerini de eklemelisin.
İhtimal ki, şu anda elinden kalemi bıraktın, vazgeçiyorsun liste yapmaktan. Verilecekler listesini tek maddeye indiriyorsun: her şey. Verilecekleri vermeyi düşündüklerinin listesi de buna benziyor: başta 'ben' olmak üzere herkes, her şey.
Şimdi kim verecek her şeyi herkese ve her şeye. Sen değilsin bu. Ben hiç değilim. Yapmaya kalksa mutlaka unuttukları olur, mutlaka ihmal ettikleri çıkar, mutlaka çaresiz bıraktıkları olur, mutlaka aç susuz ve tesellisiz bıraktıkları olur. Kim olsun 'Veren'? Sana senin kimseye vermek istemeyeceğin kadar sevdiklerini veren kim? Çok sevdiğin canını en sevdiğin kişiye, yani sana, veren kim? Çok sevdiğin çocuklarını tam da onların anne ve baba olarak sevdikleri, en uygun kişiye, sana veren kim? Beğendiğin aklını en çok beğenecek kişiye, sana, veren kim? Senin en sevdiklerini sana en sevdiklerin olarak veren kim? Herkese ve her şeye senin vermek isteyip de veremeyeceğini veren kim? Çocukların hepsine sen tanımasan da sevdikleri anne babaları veren kim? Ana babaların hepsine tam kendilerince sevdikleri, içlerini ısındıran evlatları veren kim? Sevmediklerine bile sevmediğin cehennemi veren kim? 'Ben değil O' diyorsan, 'birr'i buldun. 'Verirse sadece O verir, başka kimse değil!' dediysen, 'hayr'a ulaştın. Listelerdeki her şeyden vazgeçtin, herkesi unuttun; Allah'ı buldun. Senai DEMİRCİ |
--------------------------------------------------------------------------------------------
KORKUYA GEREK YOK
– Boşuna korkmayın efendi, demiş. Bizim dinimizde domuz eti yemek haramdır.
TAKVA NE DEMEK?
Ebu Hureyre "takva"nın ne olduğunu soranlara:
– "Siz hiç dikenli yoldan geçtiniz mi?" dedi. Onlar da "Evet geçtik" dediler.
Bunun üzerine: "O halde oradan geçerken ne yaptınız?" diye sordu. Onlar:
– Dikenlerden sakındık, dediler.
– İşte takva da, günah ve hatalardan sakınmaktır, cevabını verdi.
İNSANIN MAHARETİ
Bir sohbet sırasında, Ârif Nihat Asya'ya:
-Eğilir, bükülür, katlanır ve istenilen şekle kolayca sokulur bir cam keşfedilmiş, derler.
Ârif Nihat Asya, şöyle cevap verir:
– Desenize, eninde sonunda camı da kendimize benzettik!
GÖNDERİLEN, GÖNDERENDEN HABERCİDİR
Dahi kumandan Halid Bin Velid Hazretlerinden, Efendimizi (s.a.v.) anlatmasını istemişler.
– Bu hususta son derece acizim demiş.
Israr etmişler.
– Gönderilen, gönderenin şanına lâyık olur, buyurmuş. Onu gönderen Allah (c.c.) olduğuna göre, gerisini anlayın artık.
GÜNLÜK
Bir Hristiyan, Ahmed Vefik Paşa'ya:
– Camilerinizde niçin günlük (bir çeşit koku) yakmıyor sunuz? diye sorduğunda, ondan şu cevabı almış:
– Bizimkiler abdestlidirler. Yellenmezler. Onun için günlük yakmıyoruz.
HAKLI TENKİT
Eflâtun, bir grup arkadaşı arasında oturan Sokrat'a:
– Geçen gün bir arkadaşını herkesin arasında azarladın, diye çıkışmış. O sözleri başbaşa kaldığın zaman söyleyemez miydin?
Sokrat, soruya soruyla karşılık vermiş:
– Beni böyle azarlamak için, başbaşa kalmamızı bekleyemez miydin?
OLMADIĞI YERİ GÖSTERİN
Materyalist öğretmen, öğrencisine:
– Söyle bakalım, demiş. Allah nerede? Eğer bilirsen portakal vereceğim.
Öğrencinin cevabı şu olmuş:
– Siz bana O'nun olmadığı yeri gösterin, ben size bahçe dolusu portakal vereyim.
Sait ÇAMLICA
" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"
Windows Live ile fotoğraflarınızı organize edebilir, düzenleyebilir ve paylaşabilirsiniz.
Windows Live ile fotoğraflarınızı organize edebilir, düzenleyebilir ve paylaşabilirsiniz.
Anılarınızı istediğiniz herkesle çevrimiçi paylaşın.
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...
Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder