Ziyan mala gelsin de cana gelmesin diyemeyince...
İslam kültüründe bazı doğrular eğlendirici misallerle anlatılır, anlaşılacak örneklerle zihinler doğruya yönlendirilir.
İrşat eserlerinde böyle misaller bir hayli yekün tutar. Doğruları daha net şekilde sunan bu misallerden birini arz etmek istiyorum bugün sizlere. İçinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıların bazı zihinleri sıkıp doğru düşünmeyi önlediği bir devrede bu misal bizlere bir şeyler fısıldıyor gibi geliyor bana. Bir de siz göz atın bakalım aynı uyarıcı mesajı siz de almış olacak mısınız bu misalden?
***
Efendim, kurtların kuşların dilinden anlayan Süleyman aleyhisselama gelen bir meraklı adam yalvarır:
- Ne olur ey Allah'ın Nebisi, bana hayvanların dilini öğret de ne konuştuklarını ben de anlayayım.
Süleyman aleyhisselam, olmaz, der. Sen onların konuştuklarını anlarsan sabredemez, başına bir iş açarsın!.
Ne var ki adam ısrar eder. Süleyman aleyhisselam da ısrarcı adama hayvanların dilini öğretir. Bundan sonra evinin avlusunda oturan adam çöplükteki köpekle horozun konuşmalarını dinlemeye başlar. Bir ara garip sesler çıkaran köpekten şu sözleri duyar: - Horoz kardeş, sen arpayla buğdayla da karnını doyurabilirsin. Biraz ötedeki taneleri yesen de ekmek kırıntılarını bana bıraksan olmaz mı, benim karnım çok aç. Horoz şu cevabı verir: - Sabret köpek kardeş, yarın buraya ağanın ölen eşeğini getirip bırakacaklar, bolca et yer, karnını iyice doyurursun.
Bunu duyan ağa hemen koşar ahırdaki eşeği alıp doğruca pazara götürür. Yoksul bir adama satıp parasını cebine koyduktan sonra söylenerek döner: - İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa eşek elimde ölecekti. Ertesi gün yine kulak kabartır çöplükteki seslere. Köpek sitem etmektedir horoza: - Hani ağanın eşeği ölecekti de ben de bolca et yiyecektim ya? Horoz cevap verir:
- Ağa açıkgözlük edip eşeği sattı. Ama üzülme, bu sefer ağanın atı ölecek. Buraya getirip bırakacaklar, bolca et yer, karnını iyice doyurursun.
Ağa yine hızla kalkar, ahıra gidip atı alarak pazara götürüp hemen satar. Dönerken de yine söylenir:
- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa at da elimde ölecekti. Bakalım şimdi neyi konuşacaklar diye merakla beklemeye başlar.
Bu sefer köpek daha yüksek sesle sitem ediyor: - Horoz kardeş, beni yine aldattın. Hani ağanın atı ölecekti ya?
- Ağanın atı, sattığı zavallının elinde öldü. Ama üzülme der, bu sefer daha büyük bir ziyafete konacağız hep birlikte. Köpek inanmaz:
- Hadi hadi beni yine aldatıyorsun. Horoz kesin cevap verir:
- Hayır, aldatma falan yok, durum ciddi. Çünkü der, malına gelen ziyana razı olmayan ağanın bu sefer ziyan canına gelecek, razı olmadığı malı yerine kendisi ölecek, bela bu defa kendi canına gelecek. Arkasından yemekler yapılıp etler pişirilecek, artanı da bizlere dökülecek, ye yiyebildiğin kadar.
Ağa bunu duyunca şaşırır, sağa sola koşuşturmaya başlar, yok mu beni kurtaracak biri, diye söylenir. Derken gece hastalanan ağa sabaha çıkmaz, ölür.
Arkasından yapılan yemek, pişirilen etlerden artanlar çöplüğe dökülür, uzun zaman hayvanlar ziyafete konmuş olurlar. Bu sırada horoz söylenir:
- Keşke insanlar, gelecek ziyan malıma gelsin, cana değil diyebilselerdi, bunda da bir hayır vardır, diyerek mala gelen musibete razı olup sabırla karşılasalardı. Ne yazık ki bazıları bunu diyemiyorlar. Mallarına gelen musibete razı olmuyor, sanki canlarına davetiye çıkarıyorlar. Sonra da derin pişmanlıklar duyuyorlar ama pek faydası olmuyor.
Ne dersiniz, bu misal ne diyor bizlere? Düşünmeye değer mi?
AHMED ŞAHİN
İrşat eserlerinde böyle misaller bir hayli yekün tutar. Doğruları daha net şekilde sunan bu misallerden birini arz etmek istiyorum bugün sizlere. İçinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıların bazı zihinleri sıkıp doğru düşünmeyi önlediği bir devrede bu misal bizlere bir şeyler fısıldıyor gibi geliyor bana. Bir de siz göz atın bakalım aynı uyarıcı mesajı siz de almış olacak mısınız bu misalden?
***
Efendim, kurtların kuşların dilinden anlayan Süleyman aleyhisselama gelen bir meraklı adam yalvarır:
- Ne olur ey Allah'ın Nebisi, bana hayvanların dilini öğret de ne konuştuklarını ben de anlayayım.
Süleyman aleyhisselam, olmaz, der. Sen onların konuştuklarını anlarsan sabredemez, başına bir iş açarsın!.
Ne var ki adam ısrar eder. Süleyman aleyhisselam da ısrarcı adama hayvanların dilini öğretir. Bundan sonra evinin avlusunda oturan adam çöplükteki köpekle horozun konuşmalarını dinlemeye başlar. Bir ara garip sesler çıkaran köpekten şu sözleri duyar: - Horoz kardeş, sen arpayla buğdayla da karnını doyurabilirsin. Biraz ötedeki taneleri yesen de ekmek kırıntılarını bana bıraksan olmaz mı, benim karnım çok aç. Horoz şu cevabı verir: - Sabret köpek kardeş, yarın buraya ağanın ölen eşeğini getirip bırakacaklar, bolca et yer, karnını iyice doyurursun.
Bunu duyan ağa hemen koşar ahırdaki eşeği alıp doğruca pazara götürür. Yoksul bir adama satıp parasını cebine koyduktan sonra söylenerek döner: - İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa eşek elimde ölecekti. Ertesi gün yine kulak kabartır çöplükteki seslere. Köpek sitem etmektedir horoza: - Hani ağanın eşeği ölecekti de ben de bolca et yiyecektim ya? Horoz cevap verir:
- Ağa açıkgözlük edip eşeği sattı. Ama üzülme, bu sefer ağanın atı ölecek. Buraya getirip bırakacaklar, bolca et yer, karnını iyice doyurursun.
Ağa yine hızla kalkar, ahıra gidip atı alarak pazara götürüp hemen satar. Dönerken de yine söylenir:
- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa at da elimde ölecekti. Bakalım şimdi neyi konuşacaklar diye merakla beklemeye başlar.
Bu sefer köpek daha yüksek sesle sitem ediyor: - Horoz kardeş, beni yine aldattın. Hani ağanın atı ölecekti ya?
- Ağanın atı, sattığı zavallının elinde öldü. Ama üzülme der, bu sefer daha büyük bir ziyafete konacağız hep birlikte. Köpek inanmaz:
- Hadi hadi beni yine aldatıyorsun. Horoz kesin cevap verir:
- Hayır, aldatma falan yok, durum ciddi. Çünkü der, malına gelen ziyana razı olmayan ağanın bu sefer ziyan canına gelecek, razı olmadığı malı yerine kendisi ölecek, bela bu defa kendi canına gelecek. Arkasından yemekler yapılıp etler pişirilecek, artanı da bizlere dökülecek, ye yiyebildiğin kadar.
Ağa bunu duyunca şaşırır, sağa sola koşuşturmaya başlar, yok mu beni kurtaracak biri, diye söylenir. Derken gece hastalanan ağa sabaha çıkmaz, ölür.
Arkasından yapılan yemek, pişirilen etlerden artanlar çöplüğe dökülür, uzun zaman hayvanlar ziyafete konmuş olurlar. Bu sırada horoz söylenir:
- Keşke insanlar, gelecek ziyan malıma gelsin, cana değil diyebilselerdi, bunda da bir hayır vardır, diyerek mala gelen musibete razı olup sabırla karşılasalardı. Ne yazık ki bazıları bunu diyemiyorlar. Mallarına gelen musibete razı olmuyor, sanki canlarına davetiye çıkarıyorlar. Sonra da derin pişmanlıklar duyuyorlar ama pek faydası olmuyor.
Ne dersiniz, bu misal ne diyor bizlere? Düşünmeye değer mi?
AHMED ŞAHİN
ŞEYTAN YARIN'CI DIR
NE ZAMAN HAYRA YARAR birşeyler yapmaya girişsek, önümüzde 'küçük' bir engel beliriverir.
Hayırlı bir işe başlamaya mı niyetlendik, o engel yüzünden, teşebbüsümüz daha başlamadan akim kalır. Zira, içimizde bir 'yarın'cı saklıdır. Rabbimizin rızasına uygun bir işe niyetlenir niyetlenmez, bu 'yarın'cı, bizi erteleme kuyularında boğdurur.
Herkes, kendi ömründe ve de gündelik hayatında, bu 'yarın'cının bir dizi icraatını sanırım bir çırpıda sayabilir. Kaç hayırlı fiil 'yarın'a ertelendiği için yaşanmamış; kaç hak söz 'yarın'a saklandığı için hiçbir zaman söylenmemiştir, kimbilir?
Nefsin hoşuna giden işlerde 'hemen şimdi'ci olan şeytan, hakikat ve hayr karşısında, hep 'yarın'cı olmuştur. "Sonra yaparsın." "Yarın başlasan da olur." "Bir gün muhakkak." "İlerde ben de düşünüyorum."
Hayatımıza şöyle bir baksak, bu 'az sonra'ların, 'yarın'ların, 'ileride'lerin faturasının hayli kabarık olduğunu görmemiz zor olmayacaktır.
Şeytanın, 'az sonra' kalkıp kılmak üzere bizi edadan alıkoyduğu sabah namazlarının sayısı acaba yüzlerle mi, binlerle mi ifade edilebilir?
'Az sonra' kılayım derken alelacele 'son dakika'ya sığıştırılan sair namazların sayısı acaba kaç bini bulur?
Namazla ilgili ertelemeler, şeytanın hayır ve hak karşısındaki 'yarın'cılığının bir örneği yalnızca... Kulluğun şanına yakışan sair görev, fiil ve haller de hesaba katılınca, şeytanın 'yarın'a erteleyerek bizi hepten alıkoyduğu hayır ve hak sayısı, herhalde milyonları bulacaktır.
Bu ertelemenin sonuçlarını yalnız kendi dünyamızda da görmüyoruz. Ubudiyet görevlerini 'yarın' yapacak olan; ama o 'yarın' gelmeden bu dünyadan göçen ne çok insan var!
Çokları, üç gün sonra yaşıyor olacağının garantisi olmadığı halde, ubudiyet borcunu 'ihtiyarlık günleri'ne erteliyor sözgelimi. Birçok insan, 'ileride örtünmek' düşüncesiyle birlikte, bugün tesettürsüz geziyor. Daha en başta ubudiyet çizgisinde karar kılanlara ise, "Daha yaşın genç. İleride yaparsın" deniliyor.
Oysa ölümün yaşı yoktur. Hayat apartmanının ne zaman yıkılacağına dair bir tarih kaydı, kimsenin elinde yoktur. Bir dakika sonra ölmek, yüz yıl yaşamak kadar, hatta ondan da fazla mümkündür.
Ne var ki, şeytanın 'yarın'ı bitmez. Ne zaman 'asıl vazife' aklımıza düşer, ne zaman kalbimiz iman ve ubudiyet arzusuyla hüşyar olur, şeytan hiç bitmeyen 'yarın'lar sunar önümüze.
Gariptir, ubudiyet yoluna girecek olduğumuzda bin türlü 'yarın'lar sunan şeytanın, ubudiyete sığmayan fiillerde tek bir ertelemesi bile yoktur. Bizi gaflete atan, duygularımızı dünyanın fani yüzünde boğan onca şeyi asla 'yarın'a ertelemez şeytan. Bir kez olsun, "Bugün Kur'ân'ını oku, televizyonu yarın seyredersin" demez. Bir kez olsun, "Bugünün şükrünü yap da, 'Piyasa durgun' şikayetini yarına sakla" dediği yoktur. Bir kez olsun, "Şimdi namazını kıl da, haberleri yarın öğrenirsin" dememiştir.
Çünkü, elimizde olan yegâne zamanın şimdiki zaman olduğunu şeytan da bilir. Bildiği için, ubudiyet görevlerini gelmemiş bir 'yarın'a erteleterek kandırır bizi. Böylece esasen Allah'a ibadet için verilmiş hâzır zamanı kendisi için kullanıma hazır hale getirir. Sonra da o hâzır zamanda gaflet, sefahet veya dalâlet derelerine sürükler bizi.
Resul-i Ekrem (a.s.m.) "Erteleyiciler helâk oldu" buyururken, bizi işte bu şeytanî tuzağa karşı uyarıyor...www.hossada.biz alıntıdır
selam ve dua ile
Emanet
KESİN CEVABINI BULAMADIĞIM bir sorudur: Ahlâk mı dine götürür, din mi insanı ahlâklı kılar?
Diğer bir deyişle, ahlâk mı önce gelir, din mi? Yolculuk nereden başlar ve nereye ulaşır?
Geçenlerde 'ahlâk tarihi'ne dair hacimli bir kitaba göz gezdirdim; kesin cevabı orada da bulamadım.
Yazar, kesin cevabın bulunamamasını, bu ikisi arasında çift-taraflı bir etkileşim olmasına bağlıyor. Yani bir taraftan baktığınızda ahlâkı güzel olanın dindarâne bir hayata yöneldiğini görüyorsunuz; diğer taraftan baktığınızda, dindarâne bir hayatın ahlâkı güzel eylediğini. Güzel ahlâk dine, din güzel ahlâka götürüyor.
Bir bakıma, ahlâk ve din, bir dairenin birbirini tamamlayan bir iki yarısı gibi.
Yahut, hakikat-ı halde bir helezon niteliğinde iken, yukarıdan baktığımızda bir daire gibi gözüken bir keyfiyeti var ahlâk-din ilişkisinin…
Biri diğerini takip ediyor, diğeri ötekini besliyor, öteki beslendikçe diğerinde de terakki gerçekleşiyor derken, hayat boyu bir terakki gerçekleşiyor.
Dolayısıyla, biri zayıflayınca diğeri zayıflıyor, diğeri zayıflayınca beriki daha da zayıflıyor…
Bununla birlikte, bu ikisi arasında hangisinin önce geldiğine dair bir yakîni ifade etmese de, bir 'zann-ı galib'im var.
O zann-ı galib de, önce ahlâkın geldiği, ahlâkın dine götürdüğü şeklinde…
Elbette, 'ahlâk'ı bugün 'ahlâklı adam' dediğimizde akla gelen birkaç hususla sınırlamamak; 'ahlâk'ın merkezine de 'vicdan'ı ve 'hakkâniyet'i yerleştirmek şartıyla…
Bu zann-ı galibim de, bazı hadislerin, özellikle de 'emanet'e dair bir hadisin dünyamdaki yansımasından kaynaklanıyor.
Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamdan aldığı ilk ders bir 'ahlâk' dersi olan; Bedir'in arefesinde ilk kez Resûlullah ile karşılaştığında 'ahde vefa,' yani 'sözünde durma' dersi alan Huzeyfe b. Yeman'ın zikrettiği bir hadis bu…
"Emanet, insanların kalplerinin derinliklerine konmuştur. Sonra Kur'ân-ı Kerîm indi."
Huzeyfe radıyallâhu anh'ın rivayet ettiği o uzun emanet hadisi, onun Hz. Peygamber'den duyduğu bu cümleyle başlıyor işte…
Buradan da, Kur'ân'a hakkını verebilmenin, Kur'ân'ın hakka davetine kulağını ve kalbini açabilmenin, Kur'ân'ın mesajını kalbine koyup bu uğurda yola koyulabilmenin ancak Hâlık-ı Zülcelâl'in doğuştan kalblerimize koyduğu 'emanet' duygusunun muhafazası sayesinde mümkün olabildiğini öğreniyoruz.
Ancak 'emanete hıyanet etmeme' duygusuna ve hassasiyetine sahip olanların kalblerinde Kur'ân'ın kök salabildiğini…
Emanete riayet hassasiyetinden mahrum olanların ise Kur'ân'a ya tamamen sırt dönebildiklerini, tamamen sırt dönemedikleri durumlarda riyâ ve nifak ülkesinin sınırlarında dolaştıklarını; bu durumda olmayanlarının dahi zor zamanlarda yaşanan sınanmalarda 'iman edenlerin kalbleri daha bir sağlamlaşırken,' kalblerindeki o 'emanete riayetsizlik' zaafı ve hastalığı dolayısıyla türlü çeşit şüphelere düşebildiklerini…
Henüz bir müşrik iken Hz. Peygamber'in hicretinde ücretli kılavuz olarak seçilen Abdullah b. Uraykıt'ın sonradan sahabiler safında yer alabilmesini, bir kılavuz olarak verdiği sözün hakkını verebilmesinde, aldığı 'sır bilgi' emanetine riayet edebilmesinde tezahür eden ahlâkî kaliteye bağlıyorum bu minvalde…
Vaad edilen büyük ödüle ulaşma azmiyle hicret esnasında Resûlullah ile Ebu Bekir'in peşlerine düşen Sürâka'nın, atı kuma saplandıktan sonda verdiği söze riayet edebilmesi ile sonradan imana gelebilmesi arasında da bir irtibat olduğunu düşünüyorum.
'Sözünün eri' olduğu halde imana gelememiş olanlar yok değil gerçi; bu 'ahlâk'ın 'iman' için 'gerekli' olmakla birlikte 'yeterli' olmadığının delili elbette.
Ama öte tarafta, 'sözünün eri' olmadığı halde nifaka ve riyaya bulaşmamış sapasağlam bir iman hali sergileyen de yok Asr-ı Saadette.
Bugünün dünyasında ise, dert bir değil, şikâyet de…
Söylem-eylem tutarsızlığına dair bin türlü örnek olay yaşamışsak hayatlarımızda, sebebini bu hadisin gösterdiği adreste buluyorum:
"Emanet, insanların kalplerinin derinliklerine konmuştur. Sonra Kur'ân-ı Kerîm indi."
Kalblere emanet duygusu yerleşmeden Kur'ân-ı Kerîm inmiş olsa, sonuç ne olurdu ki?
Kalblere yerleştirilmiş emanet duygusunu silip atanın dünyasına Kur'ân iniyor mu ki?
İnse de, o kalbde tutunup kök salıyor; bir 'şecere-i tûbâ' filizi veriyor mu Kur'ân âyetleri?
Bilakis, böyleleri, dara düştükleri her noktada, 'ama şimdi'ler eşliğinde bir 'esnetme' ve 'yavşama' hali mi sergiliyor hemencecik?
Gerçek şu ki, kalbine yerleştirilmiş emanet duygusu kalbinde sapasağlam kalanlardır ki, kalbine inen Kur'ân âyetlerini gerçekten hayatının merkezine yerleştiriyor.
Yalnızca Fâtır-ı Hakîm'in kalblere yerleştirdiği emanet duygusunu tahrip etmeyen kalbler ki, Kur'ân'a hakkını veriyor.
Yalnızca ahlâkı güzel olanın dini güzel oluyor…
Metin Karabaşoğlu
selam ve dua ile
Diğer bir deyişle, ahlâk mı önce gelir, din mi? Yolculuk nereden başlar ve nereye ulaşır?
Geçenlerde 'ahlâk tarihi'ne dair hacimli bir kitaba göz gezdirdim; kesin cevabı orada da bulamadım.
Yazar, kesin cevabın bulunamamasını, bu ikisi arasında çift-taraflı bir etkileşim olmasına bağlıyor. Yani bir taraftan baktığınızda ahlâkı güzel olanın dindarâne bir hayata yöneldiğini görüyorsunuz; diğer taraftan baktığınızda, dindarâne bir hayatın ahlâkı güzel eylediğini. Güzel ahlâk dine, din güzel ahlâka götürüyor.
Bir bakıma, ahlâk ve din, bir dairenin birbirini tamamlayan bir iki yarısı gibi.
Yahut, hakikat-ı halde bir helezon niteliğinde iken, yukarıdan baktığımızda bir daire gibi gözüken bir keyfiyeti var ahlâk-din ilişkisinin…
Biri diğerini takip ediyor, diğeri ötekini besliyor, öteki beslendikçe diğerinde de terakki gerçekleşiyor derken, hayat boyu bir terakki gerçekleşiyor.
Dolayısıyla, biri zayıflayınca diğeri zayıflıyor, diğeri zayıflayınca beriki daha da zayıflıyor…
Bununla birlikte, bu ikisi arasında hangisinin önce geldiğine dair bir yakîni ifade etmese de, bir 'zann-ı galib'im var.
O zann-ı galib de, önce ahlâkın geldiği, ahlâkın dine götürdüğü şeklinde…
Elbette, 'ahlâk'ı bugün 'ahlâklı adam' dediğimizde akla gelen birkaç hususla sınırlamamak; 'ahlâk'ın merkezine de 'vicdan'ı ve 'hakkâniyet'i yerleştirmek şartıyla…
Bu zann-ı galibim de, bazı hadislerin, özellikle de 'emanet'e dair bir hadisin dünyamdaki yansımasından kaynaklanıyor.
Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamdan aldığı ilk ders bir 'ahlâk' dersi olan; Bedir'in arefesinde ilk kez Resûlullah ile karşılaştığında 'ahde vefa,' yani 'sözünde durma' dersi alan Huzeyfe b. Yeman'ın zikrettiği bir hadis bu…
"Emanet, insanların kalplerinin derinliklerine konmuştur. Sonra Kur'ân-ı Kerîm indi."
Huzeyfe radıyallâhu anh'ın rivayet ettiği o uzun emanet hadisi, onun Hz. Peygamber'den duyduğu bu cümleyle başlıyor işte…
Buradan da, Kur'ân'a hakkını verebilmenin, Kur'ân'ın hakka davetine kulağını ve kalbini açabilmenin, Kur'ân'ın mesajını kalbine koyup bu uğurda yola koyulabilmenin ancak Hâlık-ı Zülcelâl'in doğuştan kalblerimize koyduğu 'emanet' duygusunun muhafazası sayesinde mümkün olabildiğini öğreniyoruz.
Ancak 'emanete hıyanet etmeme' duygusuna ve hassasiyetine sahip olanların kalblerinde Kur'ân'ın kök salabildiğini…
Emanete riayet hassasiyetinden mahrum olanların ise Kur'ân'a ya tamamen sırt dönebildiklerini, tamamen sırt dönemedikleri durumlarda riyâ ve nifak ülkesinin sınırlarında dolaştıklarını; bu durumda olmayanlarının dahi zor zamanlarda yaşanan sınanmalarda 'iman edenlerin kalbleri daha bir sağlamlaşırken,' kalblerindeki o 'emanete riayetsizlik' zaafı ve hastalığı dolayısıyla türlü çeşit şüphelere düşebildiklerini…
Henüz bir müşrik iken Hz. Peygamber'in hicretinde ücretli kılavuz olarak seçilen Abdullah b. Uraykıt'ın sonradan sahabiler safında yer alabilmesini, bir kılavuz olarak verdiği sözün hakkını verebilmesinde, aldığı 'sır bilgi' emanetine riayet edebilmesinde tezahür eden ahlâkî kaliteye bağlıyorum bu minvalde…
Vaad edilen büyük ödüle ulaşma azmiyle hicret esnasında Resûlullah ile Ebu Bekir'in peşlerine düşen Sürâka'nın, atı kuma saplandıktan sonda verdiği söze riayet edebilmesi ile sonradan imana gelebilmesi arasında da bir irtibat olduğunu düşünüyorum.
'Sözünün eri' olduğu halde imana gelememiş olanlar yok değil gerçi; bu 'ahlâk'ın 'iman' için 'gerekli' olmakla birlikte 'yeterli' olmadığının delili elbette.
Ama öte tarafta, 'sözünün eri' olmadığı halde nifaka ve riyaya bulaşmamış sapasağlam bir iman hali sergileyen de yok Asr-ı Saadette.
Bugünün dünyasında ise, dert bir değil, şikâyet de…
Söylem-eylem tutarsızlığına dair bin türlü örnek olay yaşamışsak hayatlarımızda, sebebini bu hadisin gösterdiği adreste buluyorum:
"Emanet, insanların kalplerinin derinliklerine konmuştur. Sonra Kur'ân-ı Kerîm indi."
Kalblere emanet duygusu yerleşmeden Kur'ân-ı Kerîm inmiş olsa, sonuç ne olurdu ki?
Kalblere yerleştirilmiş emanet duygusunu silip atanın dünyasına Kur'ân iniyor mu ki?
İnse de, o kalbde tutunup kök salıyor; bir 'şecere-i tûbâ' filizi veriyor mu Kur'ân âyetleri?
Bilakis, böyleleri, dara düştükleri her noktada, 'ama şimdi'ler eşliğinde bir 'esnetme' ve 'yavşama' hali mi sergiliyor hemencecik?
Gerçek şu ki, kalbine yerleştirilmiş emanet duygusu kalbinde sapasağlam kalanlardır ki, kalbine inen Kur'ân âyetlerini gerçekten hayatının merkezine yerleştiriyor.
Yalnızca Fâtır-ı Hakîm'in kalblere yerleştirdiği emanet duygusunu tahrip etmeyen kalbler ki, Kur'ân'a hakkını veriyor.
Yalnızca ahlâkı güzel olanın dini güzel oluyor…
Metin Karabaşoğlu
selam ve dua ile
" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"
Windows Live™ Photos ile fotoğraflarınızı kolayca paylaşımı. Sürükle bırak
Yeni nesil Windows Live Services'ı ücretsiz edinin. Buraya tıkla!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...
Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder