2 Nisan 2009 Perşembe

(Namaz Zamanı) "misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz..." hayırlı cumalar gönül dostlarım duada buluşalım inşallah kalbi muhabbetle fiemanillah







 

Aşk ağlamalar

 

ŞİİR GİBİ bir cümle: "Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşkı-bekadan gelen ağlamaların tercümanıdır" İnsan hissiyatı bu kadar güzel ifade edilir, aşk bu kadar veciz bir mana ile aşikâr olur, firak bu kadar beliğ açıklanır…

Bu cümlenin karşılığı; "Batın-ı kalp ayine-i sameddir ve ona mahsustur" olsa gerek… Birbirine bakan ve birini açıklayan his ve hikmet yüklü yüksek hakikatler; anlamak için insan ruhunun derinliklerinde ufuk gezintiler yapmak lazım…

Hele birinci cümlede alt fon olarak kendini hissettiren musiki, okudukça okutturuyor, bıktırmadan tekrar ettiriyor… Zahir önemli değil asıl olan batın olsa da, ikisi bütünleşirse kalıcı güzelliğe erişilmiş olunuyor…

Zahirle batın arasında gidip gelmeler, aşkla firak arasındaki koşuşturmalar, gülmekle ağlamak arasındaki yakınlık, kederle kemal arasındaki köprüler; âlem-i şehadet ve misal arasındaki berzahlar gibi… Dairesel dönen ve ilerleyen hayat akışında firak feryatlar, aşk ağlamalar bir tek şeyi tercüme ediyor: ebed illa ebed…

Kalbin kıblesi beka; başkasına bakmıyor, başkası onu doyurmuyor, doyuramıyor… Kâinatın uzak çöllerine de gitse, yakın derlerinde de bulunsa sevgili değişmiyor, aşk başkalaşmıyor; sonsuz sonsuzluk sevgisi…

Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeye ona muhtaç olan Samed'e ayine olmak ve onu yansıtmak; kalbin bekaya berrak bakışı… Kesret dalgalanmalar, çokluk gürültüler onu boğamıyor… Irmaktaki akış beka buluşmasına, sonsuz vuslata kayıştır… Değişmez değişim bu olsa gerek; geçici olanlar doyurmuyor, güldürmüyor…

Gülünç kalıyor günlük sevgiler, sevgililer; kayıp giden her sevgide günsüzlük sevdası var…

Günlük hayatta küçük kırılma, küçük kayboluşların kalpte çizdiği çizikler aynı şeyi söylüyor; ağlama beka var, ağlıyorsan da bilmeyerek beka için ağlıyorsun… Başka tercümesi yok gülmenin ya da ağlamanın; sen Samed ayinesisin… Başka kimseye mahsus olamazsın, var olman ve var kalman buna bağlı… Varlığa bu damgayla dokunursan her şey senindir; istediğin kâinat olsun, istediğin sonsuzluk olsun…

Bir katredeki ışıkta boğulma, ışığın kaynağına uzan… Ayın ardından ağlama, kalbindeki sonsuz güzelliği seyret, orada O'nu göreceksin… Ağla ki Samed hazinen ortaya çıksın, ara ki beka ile buluşasın… Bulduğun küçük ışıklara kanma; zerreden şemse aydınlık mertebeleri var…

Bil ki sen "Abdüssamed"sin, onun da sonsuz mertebeleri var… Kalbini, kabeyle kâinatla buluştur, kâinattan Kabeye kalbine Kur'ani yollar aç… Aklını kalbinle buluştur; bu seyahatten elem ve ayrılık duymayacak, ağlamayacaksın…

Evet, hakikat denizi dalgalanmaya devam ediyor: " Bütün firaklardan gelen feryatlar aşkı bekadan gelen ağlamaların tercümanıdır" Döküldüğü ve dolduramadığı umman da "Batın-ı kalp ayine-i Sameddir ve O'na mahsustur."

 Hüseyin EREN

 

 
 

 
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 
 

Unutkanlık Üzerine



Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde, hepiniz onun önünde secdeye kapanın." Meleklerin hepsi birden ona secde etti. Ancak iblis müstesna. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu. Allah buyurdu ki: "Ey iblis! Kudretimle yarattığım şeye seni secde etmekten alıkoyan nedir? Kibir mi taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden misin?" İblis "Ben ondan daha hayırlıyım." dedi. "Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." Allah buyurdu ki: "Öyleyse çık Cennetten. Artık sen kovulmuş biri sin. Kıyamet gününe kadar lânetim senin üzerinedir."

İblis "Ey Rabbim, onların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi. Allah buyurdu ki: "Sen mühlet verilenlerdensin. Bu mühlet, İlâhi ilmimizde vakti belli olan bir güne kadardır." İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin olsun ben onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirdiğin kulların müstesna." Allah buyurdu ki: "Bu doğrudur ve Ben hakikati söylüyorum: muhakkak ki cehennemi sen ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım." (Sa'd süresi 38:71-85.)

VE İBLİS huzurdan ayrıldı. Artık şeytanın hikayesi başlamıştı...

Şeytan durdu ve bir süre düşündü. İşe nereden başlanabilirdi? Neler, nasıl yapılmalıydı? İnsanlara 'haydi Cehenneme birlikte gidelim!' demekle bu iş olmazdı. Cehennemi, Cennet gibi göstermek gerekirdi. İnsanoğluna düşman olduğu halde dost görünerek onları kandırmak şimdi elzem olmuştu. Soldan yaklaşamadığı birisine sağdan da yaklaşabilmeliydi. Strateji, ince ve hileli olmalıydı. Bu, pek de kolay görünmüyordu. Bir kibir uğruna üstlendiği vazifenin ağırlığı çöktü omuzlarına. Vazifesini zorlaştıran bir dizi faktörle karşı karşıya olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Her şeyden önce insan, İslam fıtratında yaratılıyordu. Ve içinde yaşadığı kainat ta buna şahitlik ediyordu. Semavi kitaplar ve peygamberler de buna apaçık deliller teşkil edeceklerdi. Ve azdıramayacağı ihlasa erdirilmiş insanların her birisi onun yolunda aşılması imkânsız birer dağ gibi duracaktı. Velhasıl işi çok zordu. Ve kendi kibirlenmesini hatırladı. Allahın bir emrine kasten karşı gelerek sonra tevbe etmemekte direnmenin cezası her halde ebedî cehennem olacaktı. Acaba bütün bunlara değer miydi? Dönüp özür dilemek, bütün bu lânetli işleri binlerce sene sürdürerek sonunda ebediyyen ateşte yanmaktan daha kolay olmasındı? 'Ama hayır' dedi, 'bunu kesinlikle yapamam.' Ben muhakkak ki üstün bir mahlûkum ve bunun anlaşılmadığını düşünüyorum. Hem bunun artık dönüşü olmadığını ve tövbemin de kabul edilmeyeceğini zannediyorum. Artık vakit geçirmeden işe koyulmalıyım!

Ve bunun üzerinden bin yıllar geçti, zaman gele gele asr-ı saadet oldu. Şeytan, bu geçen zaman süresince yeryüzünün diğer toplulukları gibi Arabistan toplumu üzerinde de, o ilk baştaki iddiasında oldukça etkili olmuştu. Son Kitabın ve Peygamberin (s.a.v.) gönderildiği ortamda cahiliyet ve gericilik diz boyu yaşana gelmekteydi. Bu insanlığın en bedevi kavmini kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye kadar götüren azgınlık şekillerinden birisi de açık saçıklıktı. Hatta öyle ki, Kabedeki putlar bile müşriklerce açık saçık biçimlerde ziyaret ediliyordu. İşte bu zamanda ve ortamda gönderilen Resul (s.a.v.) ve nazil olunan Kur'an, inananlara tesettürü emrediyor, nazarları helâl olmayana sarf etmeyi yasaklıyordu. Ve bu dairede hareket etmeye çabalayan mü'minlerin kuvve-i hafızalarındaki netlik hemen dikkati çekiyordu. Hz.Peygamberin (s.a.v.) kendisine Cebrail (a.s.) vasıtası ile vahyedilen ayetler, bunları ilk kez ve bir kez duyan insanların hafızalarına yanlışsız kaydediliyordu. Keza Resulullahın (s.a.v.) sözleri ve halleri de bu keskin nazarlarda eksiksiz iz düşümünü derhal buluyordu. Bu insanların kuvve-i hafızaları bir çocuk kadar saflaşmaktaydı. Onlar için bir şeyi bir kere görmek veya duymak, hiç unutmamacasına öğrenmek için yeterliydi. Ve böylesi berrak nazarlarda ve keskin hafızalarda kazınan bu sözlü kültür birikiyor, birikiyordu.

Yine günlerden bir gün hadis konusunda uzman on âlim toplanarak, hafızasında bir milyondan fazla hadisin senetleri ile var olduğu söylenen İmam-ı Buhari'yi denemek için, herbiri senetlerini karıştırarak kendisine on adet hadisin doğruluğunu sorarlar. Hepsini baştan sona dinleyen İmam, söz konusu yüz hadisi soru sırası ve doğru senetleri ile sıralar. Bu muazzam kültür birikimi ve öğrenileni unutmama hâli, mü'minlerin hakikat noktasında bildiklerinin bütünü ile düşünüp, bu bütünlük içinde yaşamalarına imkân tanıyordu. Çoğunluğunu eğitimsiz hatta ümmî insanların oluşturduğu bu toplumun birike gelen İslamî kültürü, onun fertlerinin günlük hayatlarında bir bilinç motifi olarak her zaman yansımaktaydı. Mü'minler, aciz ve fâni oldukları, bu dünyada bir imtihan yaşadıkları, Allah ve ahiretin var olduğu gerçeğini hiç unutmadan yaşıyorlar, toplumsal ilişkilerini de bu gerçeklikle düzenliyorlardı. Ve ehl-i İslam, kendilerini insanlığın zirvelerine çıkaran bu halin bereketli meyvelerinden çok ama çok memnunlardı.

Fakat bu durumdan hiç de memnun olmayan birisi vardı. İblis. O bu hali kıskanıyor ve içi içini kemiriyordu. İlk insanın yaratılışındaki isyanına uygun olarak, düşmanı olan insanın yaratıcısı ve ahiret ile bağını koparması, unutmadıklarını unutturması gerekiyordu. Yoksa bu iddiasını kanıtlamak ve kendisi ile aynı yolun yolcularını bulmak çok zor olacaktı. Pek te aptal olmayan şeytanın, tesettür ve harama sarf-ı nazar etmemek emrine ittiba ile, göz kamaştırıcı parlaklıktaki kuvve-i hafızalar arasındaki paralel ilişkiyi fark etmemesi imkansızdı. Bu çerçevede neler yapabilirim diye kara kara düşünmeye başladı...

Şeytanın mahiyeti ve düşünce sistematiği bütün detayları ile kendisine bildirilen Hz.Peygamber (s.a.v.) daha o zamandan, mucizevî bir tarzda, zaman içinde gitgide şiddetlenecek ve ahir zamanda doruğa tırmanacak olan bir umumi hastalığa karşı mü'minleri açıkça uyarıyordu; "Ahir zamanda hafızların göğsünden Kur'an nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor". Evet, bu şeytanî tasarının adı 'unutkanlık hastalığı' olacaktı ve iblis planlarını bu eksende hazırlıyordu.

'Benimle beraber cehennemlik olacakları belirlemek için ehl-i İslam ve İmana Allahı ve ahireti unutturmak gerekir' diye kurgulamaya devam etti iblis. "Bu 'unutturma' işini gerçekleştirebilmek için şu 'unutmayan' parlak kuvve-i hafızaları bozmaya çalışmalıyım. Bu da ancak harama nazar ile mümkün olabilir. Bunun için de tesettür emrine ilişmek şarttır." Şimdi şeytanın ehl-i İslam üzerindeki yeni planının ana hatları belli olmaya başlamıştı. Ve bunun devamında ikinci bir safha başlayacaktı. Bunları uygulama safhası.

Şeytanın fikrince, tesettür emrini kırmak için açık saçıklığı daha da teşvik etmek gerekirdi. Bunun için nefsinin heva ve heveslerine tabi olmuş kişilerden gönüllü yardım alınabilirdi... Derken o zamanın üzerinden bin dört yüz şu kadar sene geçerek vakit asrımıza geldiğinde artık medeni değerler, kültür, moda, medya, tiyatro, dans vs. ile açık saçıklık umumileşti ve sokağa düştü. Belki de medya ile evlere kadar girdi. Ve bu tuzağın farkında olmayan ehl-i İslamda harama nazar arttıkça nefsin hevesleri heyecana gelip, vücudunda su-i istimaller ile israfa girmesi ve haftada birkaç kez gusül abdesti alması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda, günümüzde tıbben de ispat edildiği gibi, kuvve-i hafızasına zaaf gelir, ve unutkanlık başlar.

Adamın birisi doktora gider.
Doktor 'Şikayetiniz nedir?' der.
Hasta 'Unutkanlık hastalığı doktor bey.'
Doktor 'Bunun belirtileri nasıl?'
Hasta 'Neyin belirtileri?'
Doktor 'Unutkanlık hastalığı dediniz ya!'
Hasta 'Ne unutkanlığı?'

•••

Harikulade parlak kuvve-i hafızaların nereden nereye geldiğini anlatan bu misâl aynı zamanda ehl-i İslamın yıpranmışlığının boyutlarını da ortaya koymakta. Günümüzde herkesin az ya da çok şikayet ettiği bu hastalık, açık saçıklıkla paralel şiddetini de arttırarak devam etmekte. Zamanımız insanını, başladığı bir işi, hatta bir cümleyi bile tamamlayamayacak hale getirebilen bu unutkanlık illeti, ciddiye alınmazsa, çok kere ehl-i İslamda bu hayatın gerçeklerini unutarak yaşama temayülleri ortaya çıkartmakta. Allah ve Resulü ise, ehl-i imana ve ehl-i hakikate yakışmayan bu halden kaçınmamızı istemekte. Ve ilgili hadisten çıkardığı dersle İmam-ı Şafii' (r.a.) bu hükmü açıkça belirtmiş; "Harama nazar, unutkanlık verir". Bu derdin dermanı ise, mümkün oldukça harama sarf-ı nazar etmemektir.

Murat Kazancı
 
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Ölüm, benim doğum günüm


Elbâki, Hüve'l-Bâkî…

Her nefis ölümü tadıcıdır.

"Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saâdet ve lezzet ondadır." (B. S. Nursî)

Öldü, daha dün akşam vatanı için operasyona çıkan asker Muhammed şehid oldu.

Onu duyanların ilk sözü "İnnâ lillahî ve innâ ileyhi raciûn" oldu… Arkasından Fâtihalar yürüdü. Duâlar Muhammed'in en büyük ni'meti oldu, kabrine Nur oldu…

Bütün köy ahalisi işte şu yüksek tepeye, mezarlığa kuruldu. Duâlarla, rahmet gözyaşlarıyla Muhammed cennetî âlemlere göçtü. (İnşâallah)

Bir genç de şu şehre uzak, yüksek tepede herhangi bir fânînin mezarı yanı başında ölümü, öleceği günü düşündü. Daha ölüm düşüncelerine başlar başlamaz "Ölüm benim düğün günüm olsun" dedi ve gözyaşları toprağa yürüdü. Gerçekten insan için en acip şeylerden biridir ölüm. Düşünsenize, ölüyorsunuz. Zâhirde de olsa sevdiklerinizden ayrılıyorsunuz. Gülen yüzünüz gülmüyor artık. Sen, meselâ güzel çocukların başından okşardın ya, işte ellerin kıpırdamıyor artık. Ellerinin elinde değil artık masum çocukların başını okşamak.

Bak hani hep tebessüm ederdin ya şeker çocuklara, şirin, tatlı çocuklara işte soluk bir hâl var şimdi suratında. İşte olmuyor, bir türlü kalbinin mutluluğunu yüzüne taşıramıyorsun. Bir türlü o tatlı bakışlarını konduramıyorsun çocukların al yanaklarına. Öylece olduğun yerde kalakalıyorsun…



Hani sabahın erken saatlerinde kalkardın ya. O seherin temiz ve rahmet kokulu havasını içine çekerdin. Güneşi sofrana kadar dâvet ederdin. Kuşları dinler, sütlü ekmeğini yerdin. Ve dışarıya çıktığında sizin köyün o pâk yüzlü ve nurlu analarına, Hatice teyzeye, Ahmed amcaya hayırlı sabahlar derdin ya, bir de içten muhabbetlerle gülümseyişin vardı ya hani, ha işte işte bak o da yok şimdi…

Belki onlar da fark ediyordur yokluğunu. Sabahın erken saatlerinde, güneşle birlikte üzerimize güneş gibi doğan o güleç yüzlü çocuk da nerelerde şimdi. Diyorlardır belki... Ne öldü mü? Onlar da belki ardından "İnnâ lillahî ve innâ ileyhi raciûn" derdi. Evet evet, gözleriniz görmüyor, göremiyor artık… Ellerin, hani şu güzel ağaçları, yıldızları, ay'ı, dağları, çiçekleri anlatırken hepsine birer birer işaret eden ellerin vardı ya. Sen onun ile Rabbinin san'atlarına nazarlarını çevirirdin insanların. İşte kalkmıyor, o ebedî nakışları gösteremiyor insanlara… Parmakların öldüğünü, solduğunu işaret ediyor. Kulakların, her sabah dinlediği o kuşların İlâhî bestesini, o tatlı kâinat mûsikisini duyamıyor işte. Ruhun coşamıyor… Kâinatın bütün sesleri bir tarafa sen bir tarafa… Yollarınız ayrılıyor… Kulağında yalnız ölümün sesi kalıyor…

Kalbin, hani o ebediyete müştak kalbin, Rabbine ebedî muhabbetler besleyen kalbin var ya, olmuyor işte, sevemiyor şimdi... Sevdiklerin bir tarafta sen bir tarafta öylece bakakalıyorsun, elinde değil hiçbir şey… Sadece seyrediyorsun…

Kalbin olduğun yerde, ölüm, ölüm, ölüm… Ve 'Ben Allah'ın izniyle öldüm' atışları yapıyor. Ne garip bir şey değil mi ölüm? Kapanıyor bu âleme açılan bütün kapılar. Göz kapanıyor, kulak kapanıyor, ruh uçup bedeninden ötelere çıkıyor. Kalp tam 'Tik!' deyip de yoluna koyulmuşken, bir 'Tak!' sesiyle duruyor. Ve yol bitiyor. Nefes tükeniyor… Son sözün küçük bir nefes… Hû oluyor… Dil çekiliyor içine, kendi âlemine… Neyin lezzetini alacak ki, bir tek ölümün lezzeti kalıyor damağında… Bir tek ölüm fısıltıları duyuluyor dudaklarında…

Bir tek ölümü seyrediyor gözlerin, ölüm diye atıyor bak kalbin, ölüme sımsıkı sarılıyor ellerin...

Hakikaten çok ilginç bir şey değil mi ölüm? Düşünmesi bile içine ayrı bir hâl katıyor. Esâsen düşünmesi bile ayrı bir lezzet veriyor kimilerine… Evet evet, tarifsiz bir lezzet ölüm kimi için. Ne güzel değil mi?

Seni yaratan, Her sabah yüzünün yüzüne canlı bir hâl katan, Sana her sabah tertemiz bir kâinat sunan.

Anneyi, babayı sana koruyucu melek yapan. Etrafını bin bir çiçekle donatan Allah'ına (cc), Yaradanına, Hâlıkına, Kerîmine, Rabbine gidiyorsun. İşte en tatlı lezzeti de belki de bu idi.

Bir de gerçekçi olmalı insan. Ebediyete gitmek istiyorsa şu ölüm kapısını çalmadan gidemeyecek.

Ondandır korkmamalı ölümden. Sevmeli onu. Fânîlik ile ebediyet arasındaki ince ilişkileri ara ara hatırlamalı, şu dünyada misafir olduğunu unutmamalı…

Bir misafir gibi misafirhane sahibinin emrine göre hareket etmeli, selâmetle kabir kapısını açıp, saadet-i ebediyeye gitmeli. "Ölüm benim doğum günüm olsun" dedi tekrar. Bunca duygu yoğunluğunun üstüne gözyaşlarını yine tutamadı… Ağladı, ağladı, ağladı…

Bu gözyaşları Allah (cc) içindi. Bu bir nev'î rabıta-i mevt idi. Bir damlası bütün Cehennemi söndürebilirdi. Bütün karanlıkları aydınlatabilirdi. Çocuk en son sözü, kalemi bıraktı. Bir mezar taşına doya doya sarıldı. Yıllardır hasretle aradığı dostunu, arkadaşını bulmuş gibi. Ve elini toprağa attı. Bir avuç toprak aldı eline. Ve yoğurdu elinde bu çamur karışımı toprağı. Yoğurdu, yuvarladı ve sıktı… Hayatın içinde nizâmla, ikramlarla yoğurulduğunu hatırlayarak…

Ve sonra yavaş yavaş şehre, insanların içine, hayatın içine yürüdü, yürüdü, yürüdü… Ne garip tecellî idi.. Bugün onun doğum günüydü…

CİHAN CAMBAZ


 

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 

Bu resmin orijinal büyük halini görmek için tıklayınız. DİKKAT: ORJİNAL RESİMLERİN YÜKLENMESİ UZUN SÜREBİLİR.
 
 
ANNESİNİN GÜLSERVERİ, ÜSTADININ BAŞYAVERİ
 
Feragat ve fedakârlığın zirvelerinde dolaşan, inandığı davası uğruna hem dünyasını hem de ahiretini feda eden bir insan-ı kâmil, bir veliyy-i âzam, çileyle yoğrulmuş sarsılmaz bir ruh, davasına tutulmuş tam bir kara sevdalı, ihlâs ve istiğnada emsalsiz bir numune ve hizmet gemisini sahili selâmete çıkaran dirayetli bir kaptan…

Annesinin Gülserveri, "ben seni daha üç yaşında bir çocukken, manevi himayeme almıştım." diyen Üstadının "Başyaveri" hizmetkârı, sır kâtibi, öl deyince hemen ölecek kadar ona bağlı havarîsî ve daha sayamadığımız bir çok faziletlere sahip bu büyük ruh, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin son döneminde birinci muhatabı olan talebesi Zübeyir Gündüzalp'dir.
1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya gelen, neseben Kafkasyalı olmasından mıdır nedir, Şeyh Şamil'in ruh ve edasını üzerinde görmenin mümkün olduğu çelik iradeli, keskin bakışlı, tam bir ciddiyet ve vakar abidesi bu aziz zat aramızdan ayrılalı tam 38 yıl oldu.
Bütün samimiyeti ve ihlâsı ile iman ve Kur'an hakikatlerinin neşredilmesi ve yaygınlaşması yolunda gayret sarfetmiş, mücadele etmiş, hiçbir beklenti içerisinde olmadan hep koşmuştur. Bu gayret-i diniyesi ebediyete intikâl ettiği tarih olan 2 Nisan 1971 tarihine kadar fasılasız devam etmiştir.
Sayamadığımız bir çok faziletlere mahzar, mana aleminin sultanlarında biri olan bu büyük şahsiyetin hizmetlerini ve meziyetlerini satırlara sığdırmaya ve kelimelerle anlatmaya çalışmak bizim haddimize düşmez. Ama en azından sonraki nesiller için birer yâd-ı cemil olacak kahramanlardan biri olan Zübeyr Ağabey'e bir vefa ve kadirşinaslık adına birkaç başlıkla da olsa yeni nesillere tanıtılması, saygıyla ve rahmetle hatırlanmasına vesile olur düşüncesindeyiz.
NURLARLA VE ÜSTADLA TANIŞMASI
Konya Postanesinde memuriyete devam ederken 1944 yılından sonra hemşehrisi vasıtasıyla Risale-i Nurlarla tanışır. 
Emirdağ'ında mecburi ikamette bulunan Üstadına 1946 yılında gerçekleşen ilk ziyaretinde tarif edilmez bir hâl yaşar. Kendinden geçer, bir ağlama ve hıçkırık tufanına tutulur. Bu ilk ziyaret onun ruhunda derin bir tesir bırakır.

Üstadın verdiği ilk ders bir ikaz mahiyetindedir; "Mesleğimiz meşakkattir, meşakkat ise alâmet-i makbuliyettir."
Bu ilk ders hayatının sonuna kadar karşılaşacağı çile ve meşakkatlere hazır olmasının işaretlerini de taşımaktadır.

KENDİNİ İHBAR EDEN ADAM
Emirdağ'ında bulunan üstadı ve değişik vilayetlerden toplanan 50 civarında ileri gelen nur talebeleri ile birlikte Bediüzzaman Hazretleri 1948 yılında tutuklanarak Afyon hapishanesine konur ve ağır cezaya sevk edilirler. Zübeyir Gündüzalp, çok kıymetli talebelerin ve hürmetli üstadının yanında olmadığı için çok müteessir olur. Üstadına bağlılığından ötürü içeri girmenin yollarını arar. Bir hapishane ziyareti sırasında Ceylan Çalışkan "Ondan kolay ne var! İnönü'ye bir telgraf çek, ertesi gün yanımıza gelirsin…" diye yol gösterir.
Hapishaneden ayrılı ayrılmaz İnönü'ye şu mealde bir telgraf çeker:
"Siz nurcuları Afyon hapishanesine topluyorsunuz, ama Akşehir'de posta memuru Zübeyir Gündüzalp'i görmüyorsunuz…"
Ardından gelen bir emirle hemen tutuklanır ve o da Afyon hapishanesine konulur.
Hapishanenin kapısından içeri girer girmez ellerini açarak medrese-i Yusufiye'ye girdiğinden dolayı Allah'a şükreder.

Altı ay sonra diğer talebelerle tahliye olanların listesinde kendi adı yer alınca hapishane müdürüne çıkıp, sırf  Üstadından ayrılmamak için tahliyesinin yanlış olduğunu söyler.
Müdür "Öyle şey olmaz" demesine rağmen tekrar yapılan bir hesapla 40 gün önce tahliye edildiği ortaya çıkar. Böylece kırk gün daha hapiste kalıp sevinç ve şükürle Üstadın hizmetine devam eder.

BİN TALEBE KADAR
Zübeyir Gündüzalp'in Afyon mahkemesinde yapmış olduğu müdafaa tek kelimeyle "muhteşem"dir. Bir ihlas, sadakat, cesaret, belagat abidesidir. Bu uzun müdafaanın bir yerinde şöyle der:
"Sorgu hakimliğin de, 'Sen Risale-i Nur'un talebesi imişsin…' denildi. 'Bediüzzaman Said Nursi gibi bir dâhinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla, 'Evet, Risale-i Nur şakirdiyim.'  derim." der.
Bunu üzerine Üstad, mahkeme huzurunda oturduğu yerden kalkarak, "Bin talebe kadar kabul ettim." der.
 
DAVASININ KARA SEVDALISI

Bundan sonraki hayatı, biraz Eskişehir ve Ankara ile nihayet büyük kısmı İstanbul'da iman ve Kur'an hizmetleri içerisinde geçmiştir.
Üstad kendisine "Hayatım, hayatınla devam edecek." demiş, kendisinden sonra "meslek ve meşrebi temsil" misyonunu ona yüklemişti.    
Hayatının en verimli çağları olan gençlik yıllarını, muazzez Üstadının hizmetine adamış, adeta vücudunun bir parçası gibi gece-gündüz yanından hiç ayrılmamış, gölge gibi takip etmiştir.

Üstadın ne zaman çağıracağı belli olmadığından çoğu zaman geceleri uykusuz kalır. "Üstadın hizmetini aksatırım"  endişesiyle uyku giderici haplar kullanır. Bazen da uykusu gelip yattığında çağrılırımda uyanamam diye kapının eşiğine yatar, kapıdan çıkarken benim üstüme basar da bu sayede uyanırım diye yattığı çok olmuştur. Bünyesi uykusuzluğa alıştığı için Üstadın vefatından sonra bu defada uyku veren ilaçlar kullanmaya başlamış. Kaldığı özel odasının köşesinde görenlerin ifadesine göre neredeyse 'bir çuval ilaç vardı' demektedirler. Bütün bu yaşananlar ve yan tesiri olan ilaçlar vücudunun zayıf bünyesinin dengesini iyice bozar.
Hastalığının ilerlediği son zamanlarında kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:
"Ben Risale-i Nur'larla insanların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda 'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?" diye sorular yöneltir.

 

NURLARDAN ALDIĞIMIZ DERSLER

 

 

 

Ciddiyetsizlik ve hafifmeşreplik; ahlak-ı zemimedendir, fenadır, însan, kamil ve ciddî bir insan olarak yetişmeye cehdetmelidir.

Ağırbaşlı olmalıdır. Teşebbüs kabiliyetini inkişaf ettirmeye çalışmalıdır.

Refah ve saadet kaynağı: Nurdur nur!..

* * * * *

İnsan geveze, laubali ve hafifmeşrep olmamalıdır. Bu ahlak sahipleri, çok yerde sevilmezler ve günahlara girerler.

Havaî ve hercaî olmamalıdır. Böyle olanlar fena yollara ve fenalıklara düşebilirler. Düzensiz ve geçim­siz bir aile hayatı geçirmeye mahkum olurlar. Rahat ve huzurları yoktur.

* * * * *

Her işte ve sözde menfî manalar ve maksatlar ara­mak, insanın hayatını zehre çevirir.

* * * * *

Tembellik, battal ve uyuşukluk, gayet fenadır. Faal ve cevval olmak lazımdır.

* * * * *

Dedikodu, gıybet, herkesi çekiştirme, çok günahtır. Tatsızlık, münaferet ve ayrılıklara sebebiyet verir.

* * * * *

İmanı zayıf olanlar, maddî manevî sefalet ve yok­sulluğa giriftar olurlar.

* * * * *

Gayret ve çalışma, iyi geçim ve imkan yollarını da­ima aramak lazımdır!

 
 


2 Nisan 1971'de vefat eden Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp'i rahmetle anıyoruz



Windows Live Messenger'ın için ücretsiz güncelleştirme! Buraya tıkla!

Windows Live Messenger'ın için ücretsiz güncelleştirme! Buraya tıkla!

Windows Live™ ile e-posta kutunuzdaki işlevlerin çok ötesine geçin. Diğer Windows Live™ özelliklerine göz atın.
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...

Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.

Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok: