Çanakkale Şehitlerinin Aziz Hatırasına: Saka Eri Hüseyin
(Çanakkale şehitlerinin aziz hatırasına, bir Fatiha vesilesi olsun diye...)
TAK! Bir topuk selâmı, cılız.
"HAYRABOLULU HÜSEYİN EMRET KUMANDANIM!"
Hüseyin oğlum, kaç yaşındasın? diye sordu kumandan. Karşısında hazrola geçmiş kibrit çöpünden hallice, çipil gözlü delikanlıya. Delikanlı dediysek de, asker kaputunun içinde ha var ha yok gibiydi. Henüz bıyıkları bile bitmemiş, parlak yüzlü bir oğlancıktı aslında Hüseyin, Hayrabolulu Hüseyin.
"Onüçümden ay aldım kumandanım."
"Küçüksün!"
"Ama kuma.."
"Çocuksun!"
"Ama kumanda.."
"Sana silah emanet edemem. Seni cepheye süremem"
Hüseyin, ağlamaklı oldu.
"Lakin mühim bir vazife verebilirim. Seni Saka Eri yaptım Hüseyin. Bu bölüğün su ihtiyacını sen karşılayacaksın. Sana bir de katır verecekler. Eratı susuz koma. Koma ki; koşacak, hendek aşacak, fişenk atacak hâli dermanı kesilmesin."
"TAK!" Bir topuk selâmı, cılız.
"Emredersin kumandanım!"
Kendisine silah emanet edilmeyen Hüseyin, alacakaranlıkta katırını alır yola çıkardı. En yakın köye varır, tahta damacanalarını su doldurur ve akşam karanlığında bölüğe taşırdı. Görevini hiç aksatmazdı. "Aman erat susuzluktan yanıyordur şimdi" der, hiçbir yerde oyalanmazdı.
İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Devlet-i Âli'nin ordusu Anafarta Ovası'na ve tepelere yerleşmişti. Bu birlikler, kendilerine göre siperler kazıyorlar ve zaman zaman da İngilizler'in kısmî taarruzları karşısında, direnemeyip bu siperleri düşmana kaptırıyorlardı.
İşte böyle bir günün arifesinde Saka Hüseyin, sabahın alacakaranlığında katırı ile yola çıktı. Bigali Köyü'ne gidip, kuyulardan su çekecek, akşam karanlığında da, geri dönecekti.
Bir kaç saat sonra köye vardı. Kuyuyu bulup, damacanalarını silme doldurdu. Kuyunun başında bir miktar oyalanıp, günün batmasını bekledi. Hava alacalandı. Gün batmak üzereydi. Saka Hüseyin yola çıkmadan önce, her zaman yaptığı gibi katırının kulağına eğilerek:
"Deh! Büyük Anafarta Köyü'nün üstünden, Otuzbeşinci Piyade Alayı'nın bulunduğu siperlere!" Katır gide gele bu yolu iyice bellemişti. Emri alır almaz yola koyuldu. Katır önde Hüseyin arkada yola çıktılar.
Hüseyin elinde bir değnek taşa çalıya çaktıra çaktıra giderken, bir de türkü tutturmuş:
Çeşmeye varmadın mı
Gül koydum almadın mı
Ben sevdadan ölüyom
Sen sevdalanmadın mı?
Rina rina yarim
Rina, rina….
Hava iyice karardığında Hüseyin, alayın yakınlarına varmıştı. Varmıştı ama, o gün iş de iyice kızışmıştı. İngiliz topçusu, nefes aldırmadan siperlere bomba yağdırıyordu. Güllenin merminin sayısı belli değil. Saka Hüseyin siperlere yaklaşmanın imkânı olmadığını anlayınca katırıyla birlikte bir çukur bulup sindi. Saatler sonra bataryalar durdu. Makineli tüfeklerin tarrakası sustu. Ses, duman, gümbürtü kıyamet kesildi.
Hüseyin çukurdan çıkıp katırı dehledi. Katır önde, o arkada, yollarına devam ettiler. "Bölük su bekler" diye iç geçirdi. "Üstelik yaralılar da vardır şimdi. Onlar iki kere su bekler."
Ansızın bir ses karanlıkta kükredi. Hüseyin bu garip kelâmın ne olduğunu anlamadı ama, hiddetinden ve şiddetinden "dur" anlamına geldiğini anladı. Durdu. Birden iki yanında iki karaltı belirdi. Yine hiç duymadığı bir lisan ile bağırmaktaydılar. Saka Hüseyin vaziyeti farketti. Siperler el değiştirmişti. Burası artık Otuzbeşinci Piyade Alayının değil, bilmem kaçıncı düşman alayınındı. Auckland Taburu'nun Anzak devriyelerine yakalanmıştı.
Saka Hüseyini aldılar, katırı da arkasından çeke çeke kumandanlarının karşısına çıkardılar. Hüseyin önceleri çok korktuysa da, hissettirmedi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, ellerini kollarını sallıyor ve katırın üzerindeki su damacanalarını gösteriyordu.
İngiliz kumandan Hüseyin'in bu tuhaf neşesine bir anlam veremedi. "Tercüman bulunsun" diye emretti. Buldular.
"Kimsin?"
"Otuz Beşinci Piyade Alayı İkinci Bölükten Saka Eri Hayrabolulu Hüseyin, emret gavur kumandanı."
"Burada ne işin var?"
"Bu su damacanalarını kumandanım gönderdi. Git dedi. Yaralıları vardır. Su bizim tarafta kaldı gelip alamazlar, sevaptır. Eğer suyun zehirli olduğundan şüphe ederlerse de gözlerinin önünde bir tas iç."
Anzak teğmen kıpkırmızı kesildi. Bütün gün başlarına gülle yağdırdığı, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmasın diye yapmadığını bırakmadığı insanlar, nasıl bu kadar iyi olabiliyorlardı. Bu akıl alacak iş miydi? Gözleri doldu. İlk iş Hüseyin'i tutup yanaklarından öpmek oldu. Oturtup biraz dinlendirdiler. Sonra suları katırdan indirip yerine paket paket sarma tütünü, çikolata, et konserve.. artık ellerinde ne varsa erzak, yığma yaptılar.
"Haydi, good bye, good bye, yallah!"
Saka Hüseyin, gecenin karanlığında siperden sipere atlaya zıplaya alayının mıntıkasına vardı. Başından geçenleri bir bir anlattı. Gerçi Mehmetçik, domuz etidir diye ete konserveye dokunmadı ama diğer kumanya pek makbule geçti. Kumandanı Hüseyini tebrik etti, alnından buseledi. "Harp sonunda göğsünde nişanını hazır bil" diye de muştuladı. O gece sessiz geçti. Saka Hüseyin, çehresine sabitlenmiş bir tebessümle yıldızları saya saya uyudu. Sair erat, yaralarını sardı, şehitlerine dualar etti ve Hüseyin'in cinliğini anlatıp anlatıp gülüştü. O gün de cephede işte böyle geçti.
(Yakında Uğurböceği Yayınları arasında çıkacak olan Kahraman Çocuklar kitabından alınmıştır.)
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Çanakkale Ruhu mu? Japon Ruhu mu? - Vehbi Vakkasoğlu
'Çocuklarınıza Japon ruhunu nasıl aşılıyorsunuz?' sorusuna, bir Japon eğitimcinin verdiği cevap, BİR DESTANDIR Çanakkale adlı kitabımızda 8 yıl önce yer almıştı. O günden sonra, hep anlatıldı, yazıldı, çizildi. Hatta, zaman zaman başka kaynaklardan yarım yamalak bilgilenenler, bana da defalarca, 'Duydunuz mu?' diyerek büyük bir heyecanla anlatmışlardır.
Gerçekten de önemli ve heyecan verici bir cevaptır. Unutulmaması ve üzerinde çok ciddi olarak düşünülmesi dileklerimle, burada da özetleyeceğim…
'Biz' diyor, Japon eğitimci, 'Okula başlayacak olan çocuklarımıza bir program uygularız. Önce onları en gelişmiş fabrikalarımıza götürür, robotların yaptığı makineleri gösteririz. Makine yapan makineler karşısında hayret ve hayranlık içinde kalır masum yürekleri…
Anlayacakları bir dille, orada yapılanları açıklarız. Bu fabrikaların sadece Japonya 'da yapılabildiğini, başka milletlerin bunu başaramadıklarını, okul öncesi çocuklarımıza anlatırız.
O küçücük çocuklar, duyduklarına hem şaşırırlar, hem de çok mutlu olurlar.
Bu geziler tamamlanır.
Çocuklar, saatte 250-300 km sür'at yapan trenlere bindirilir. Bu araçların da sadece Japonlar tarafından yapılabildiği vurgulanır. Eğer kendileri de iyi ve düzenli çalışırlar ve Japon olduklarını unutmazlarsa, bunların daha lüks ve daha sür'atli olanlarını yapabileceklerdir.
Bu geziler zinciri, onlara Japon olmanın ne kadar önemli bir şans olduğunu kabul ettirir .Sonunda yolları, Nagazaki ve Hiroşima 'ya düşürülür.
Orada, Japonların İkinci Dünya Savaşı sırasında başlarına gelen felaket anlatılır. 'Bu çalışkan milletin düşmanları da vardır. Eğer daha çok ve daha dikkatli çalışmazlar ve iyi Japon olmazlarsa, kendilerinin de başına, bu bombaların daha beteri atılabilir. Çünkü eski düşmanlıklar, bütünüyle bitmiş değildir.'
Çocuklar, atom bombası atılmış şehirlerde yaşanan apacı hatıralarla sarsılırlar. Zira atom bombasından geriye, sadece on binlerce ölü, yaralı ve ot bile bitmeyen topraklar kalmıştır. Bu dehşetli gerçek, onları derinden derine etkiler.
Okul hayatında da, bu bilgi ve bilinç çerçevesi etkili bir biçimde genişletilir. Dolayısiyle bu gençlerin Japon olmaktan başka çareleri kalmaz.'
Japon eğitimci, atom bombası şerrinden, başarı sonucu çıkaran uygulamayı anlatırken, bizim etkili ve yetkili bir eğitimcimiz ağzından şu cümleyi kaçırıveriyor:
'-Keşke bizim de bir Hiroşimamız, bir Nagazakimiz olsaymış…'
Japon 'un verdiği cevap çok ibretlidir ve bizim eğitimsiz eğitimcimizi kızartacak cinstendir:
'-Bildiğim kadariyle, sizin yüz Hiroşima ve Nagazaki değerinde bir yeriniz vardır.'
'-Neresidir Efendim?'
'-Siz oraya Çanakkale dersiniz. Eğer siz,Çanakkale 'de dedelerinizin yaşadıklarını, ,çocuklarınıza tam manasiyle anlatabilseniz, sizin çocuklarınız da, Müslüman-Türk olmaktan başka yol aramazlar
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Çanakkale'de Ezan Sesleri
Çanakkale Harbi'nin dehşetli günlerinin birinde, Tayyar Paşamız, ordunun içinde sesi güzel ne kadar asker varsa sabah namazından önce hep birden ezan okumaları emrini verir.
Emri alan yüzlerce asker, şafak kızıllığı ile birlikte, davudî sedâlarıyla o lahutî nağmeleri Çanakkale'nin kanla karışık soğuk sularına kadar dinletirler. Çok geçmeden düşman mevzilerinden kağıda sarılı taşla bir mesaj gelir. Açıp bakarlar; Farsça yazılmış bir not:
- "Bizler Hindistanlı Müslüman askerleriz. İngilizler bize, Almanlara karşı Osmanlı'nın yanında savaşacağımızı söylediler. Biraz önce ezan sesi duyduk, siz kimsiniz?"
Mehmetçiğin kanı donar. Tarih, kandırılmışlığın böylesine pek az şahit olmuştur. Hemen cevap verilir:
- "Burası Osmanlı payitahtının kapısı... Bizler de âsâkir-i Osmanî'yiz. "
(Sağıroğlu, Ahmed; Türkiye Takvimi; 21 Şubat 1991)
I. Cihan Savaşı boyunca Osmanlı'ya karşı savaşan Hintli askerlerin zâiyatı seksenbeşbin kadardır ve bu rakam, bütün cephelerdeki Hintli zayiatının %70'ini teşkil etmektedir
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Çanakkale İçinde
*
Muhterem Validem,
Evvela selâm eder, ellerinizden öperim. Nasılsınız? Beni merak etmeyiniz. Sıhhatim yerindedir.
Bulunduğum yeri size anlatayım. Bir fotoğraf gönderemedim ama bu anlattıklarım ile cephe hakkında biraz malumat vermiş olurum.
Karşıdaki çınar ağacı bütün görkemi ile göğe doğru uzamış. Dal budak salmış etrafa. Çok yaşarmış bu ağaç. Sen de yüz sene, ben diyeyim üçyüz sene. Belki de daha fazladır ömrü. Kuş cıvıltısı burada hiç eksik olmaz ki… Kuşlar, ağacın dallarına topluluk halinde konup kalkıyor.
Çınar ağacına sırtımı verip de oturduğum günler oldu. Şimdi askerler siperlerde bekliyor. Günlerdir devam ediyor bekleyiş. Henüz düşman kuvvetleri ile bir temasımız olmadı. Diğer bölgelerden yoğun çatışma haberleri alıyoruz ama bizim bölgemiz şimdilik sakin. Lakin her ân çatışma başlayabilir. Hazırlıklar sürüyor. Cephane yetmez diye bir söylenti var bugünlerde. Aslı varsa bu haber dilden dile dolaşıyor. Allah Kerim, gün doğmadan neler doğar !..
Deniz tarafından sürekli rüzgâr esiyor. Üşüyoruz. Kayalıkların ötesinde uzayıp giden masmavi deniz görünüyor. Ana, bir gün olur da eve dönersem eğer denizi etraflıca anlatırım size.
Kardeşime selâmımı söyle. Soranlara iyi olduğumu söyle. Allah'a emanet olunuz.
*
Kıymetli Validem, Kıymetli Kardeşim Eşref,
Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Nasılsınız? Bugünlerde biraz kırgınım, üşütmüşüm galiba. Sabaha kadar hiç uyuyamadım. Bunları yazdım diye hemen telaşa kapılmayın, üzülmeyin. Merak edecek bir şey yok. Hayat devam ediyor. Bu ara bir salgın var. Ama geçer, geçer; sıkça yaşadığımız bir şey bu. Burası baba ocağı değil, asker ocağı… Olacak elbet sıkıntılar, zorluklar. Rabbim cümlemizi büyük belalardan korusun.
Çınar ağacının da pek neşesi yok bugünlerde. Kuşlar da uğramaz oldu. Çınar ağacının orada, bir başına duruşu, bazen beni çok düşündürüyor. Kendi yalnızlığımı buluyorum o ağaçta. Etrafındaki çimenler ezilmiş. Karınca yuvaları vardı bir vakit çevresinde. Şimdi duruyorlar mı bilmem. Evimizin avlusundaki koca ceviz ağacını hatırlıyorum. Yaz bahar günleri ceviz ağacının dallarına salıncak kurup da akşama dek sallandığımız, gülüp oynadığımız günler. Gün hiç bitmesin isterdim. Eşref o zamanlar ufacık bir çocuktu. Düşe kalka yürüyordu. Ah hasretlik, ah o güzel günler !.. Yaşandı, bitti. Bir daha ele geçmez.
Anacığım, hiç merak etme, bir gün olur, sağ salim eve dönerim. Bugünler de geçer. Baki selâmlar…
*
Muhterem Validem,
Evvelki mektubumda hasta olduğumu yazmıştım. Sizi yoktan yere endişeye sevk ettim. Keşke yazmasaydım. Çok pişman oldum. Allah'a şükürler olsun, şimdi daha iyiyim. Ayaktayım. Az önce nöbetten döndüm. Bazen siperde, bazen sığınakta geçiyor günlerimiz. Memleketin her bir tarafından gelmişler. Konyalı, Adanalı, Diyarbakırlı, Niğdeli, Karslı, Manisalı, Trabzonlu… Her biri ana kuzusu. Her birinin evi var, bekleyeni var. Kimi evli, kimi bekar… Efkâr çoğalıyor siperde. Bir düşünce, bir düşünce ki sorma gitsin ! Vatan borcu ödenecek. Ezan susmasın diye bayrak inmesin diye buradayız.
Çınarın gölgesinde oturduğum günler kadar rahat değilim. Daha bir tedirginim bu günlerde. Kara kara bulutlar dolaşıyor şimdi. Dua ediniz.
Şu çınar bir şeyler anlatır gibi. Neler gördü, neler yaşadı bu ağaç, kim bilir? Kaç yıkıma, yangına şahit oldu?
Geçenlerde bulunduğumuz mıntıkada bir gezintiye çıktık. Kadir Çavuş, Harputlu Abdullah, Sarı Cemil, bir de Selim Onbaşı. Elimizde tüfekler, tam tekmil bir halde kayalıklara kadar yürüdük. Uzaklardan top sesleri duyuluyor. Deniz gayet sakin bugün. Denize doğru yöneldik. Dalgalar kayalara vurdukça köpükler çoğalıyor. Bembeyaz bir çizgi oluşuyor kıyı boyunca. Sonra kayboluveriyor. Serin bir esinti yüzümüzü okşuyor. Oturup epeyce konuştuk burada, dertleştik. İnsan, insanın zehrini alırmış derler. İçimde biriken sıkıntılar dağılıverdi.
Belli ki bu sene zor geçecek. Hayırlısı bakalım, her şeyin hayırlısı… Her zorluğun ardınca bir kolaylık vardır. Allah bir kapı açar. Sakın umutsuzluğa kapılmayın. Allah, düşmanları gazabı ile kahr eylesin. Gayret bizden, yardım Allah'tan.
Fırsat buldukça sizlere mektup yazmaya devam edeceğim. İçimi döküyorum. Hallerimi yazıyorum. Bütün akrabalara, komşulara selâm !..
*
Nasılsınız?
Çınar ağacının dibindeki otlar kurumaya yüz tuttu. Karıncalar görünmez oldu. Arada bir konan kuşlar da gelmez oldu. Hava daha bir soğuk bugünlerde. Yağmur yağıyor, yağmur yağıyor. Günlerce siperlerden çıkamadık. Her taraf çamur içinde. Çizmelerimize öyle bir yapışıyor ki çamur, sormayın. Akşam karşı tepeye yıldırımlar düştü.
Anacığım, bizim köye de yağmur yağdı mı acep? Yağmur duasına çıktığımız günleri hatırlıyorum. Kara tepede toplaşıp da Allah'a yakardığımız, kurbanlar kestiğimiz günler daha dün gibi hatırımda.
Eşref nasıl oldu, büyüdü mü? Çift çubuk işlerinde yardımcı oluyor mu? Yoksa haylazlık mı yapıyor? Aman, boş bırakma Eşref'i. Nasıl alışırsa öyle gider. Hani derler ya ağaç yaşken eğilir. Aman anacağım, Eşref'e mukayyet ol. Yanında biricik dayanağın. Elin, kolun Eşref. O da olmazsa eğer köyde kimden yardım isteyeceksin. Babamın vefatından sonra amcalarım da çekiliverdi bir köşeye. Hayır, daha ölmedik, ayaktayız. Hele askerliğim bir bitsin, bağ bahçe işlerini yeniden bir düzene koyarız. O zaman evde oturacaksın anacığım. Bizim yemeğimizi yap yeter. Eşref ile ben, bütün işlerin üstesinden geliriz Allah'ın izniyle. Gör, bak o zaman nasıl da sevineceksin. Hele bir askerliğim bitsin. Gel teskere gel…
Kadir Çavuş isminde bir arkadaşım var burada. İçtiğimiz su ayrı gitmez. Öyle dost, öyle cana yakın insana. Tıbbiye'de okur iken askere alınmış. Birkaç senesi kalmış tabip olmaya ama savaş çıkıp da cihâd fermanı ilan edilince okulları kapatılmış. Bütün talebeler askere alınmış. İşte bunlardan birisi de Kadir Çavuş. Allah selamet versin, çok iyi birisi, çok yardımını gördüm.
Anacığım, yazacaklarım şimdilik bu kadar. Hiç merak etme, endişelenme. Bir gün kavuşuruz. Her gecenin bir sabahı var. Sabr ediniz, dua ediniz. Baki selâmlar…
*
Kıymetli Kardeşim Eşref,
Bu mektubumda bilhassa sana seslenmek istedim. Biliyorum daha çocuk yaştasın. Zaman çok çabuk geçiyor kardeşim, çok çabuk geçiyor. Bir gün sen de büyüyeceksin. Hani hep asker olmak isterdin. Sürekli "Ağabey ne zaman askere gideceğim, ne zaman askere gideceğim; büyüdüm işte ya" derdin. Ben de "Hayır, az daha büyümen lazım. Daha sen silah tutamazsın" derdim. O ân eve koşup da odanın duvarında asılı duran tüfeği kucaklayıp getirirdin. Şimdi hatırladıkça gülüyorum. Demek ki hemen büyümek ister çocuklar, demek ki… Ah Eşref, günler su gibi akıp gider. Küçükler, büyür. Yalnız vaktin kıymetini bilmek gerekiyor. Bir de arkadaşlarını aman iyi seç. Kötü arkadaş kötüleştirir insanı, iyi arkadaş da iyileştirir. Fena insanlar ile bir araya gelme sakın, yoksa kardeşim çok pişman olursun. Sözlerim seni incitmesin. Ben, ağabeyin olarak nasihat ediyorum sana. Yalan dünyada bir anam var, bir de sen. Sizlerin varlığı ile daha bir kuvvetliyim.
Bugün top sesleri hiç durmak bilmedi. Düşman donanması saldırıya geçti. Seddülbahir ve Kumkale'yi saatlerce topa tuttular. Karanlık Liman diye bilinen bir yer var. Düşman gemileri o bölgeye kadar gelmiş diye haber alıyoruz. Bizimkiler karşı top atışları ile anında cevap veriyor. Az önce çınar ağacının yakınına bir top mermisi düştü. Bir ateş yükseldi göğe doğru. Şarapnel parçaları siperlere kadar geldi. Şükür ki bugün hiçbir kayıp yok. Artık savaşın daha bir içindeyiz. Bunu söylemeliyim.
Ufukta gün batıyor. Karşı tepeler kızıl bir renge bürünmüş. Akşam oluyor burada. Uyumak yok. Birazdan nöbete gideceğim.
Allah'a emanet olunuz.
*
Muhterem Validem, Kıymetli Kardeşim,
Size sık sık mektup yazıyorum. Bilin ki fırsat bulunca hemen kalem ve kâğıda sarılıyorum. Halimi arz edip gönderiyorum. Ak kâğıt bir kuş misali dağları aşıyor, size ulaşıyor. Dün mektubunuzu aldım. Nasıl sevindim, nasıl sevindim, bir bilseniz !..
Buralarda mektup demek, memleket kokusu, ev kokusu demek. "Mektubun var" dediklerinde çocuklar gibi seviniyorum. Ayaklarım yerden kesiliyor, sevinçten uçuyorum adeta. Hasretlik bir nebze de olsa diniyor. Yaraya sürülmüş bir merhem gibi mektup. Aman gönderdiğim mektupları cevapsız bırakmayın, sizden gelen bir selâma muhtacım.
Amcamdan yakınıyorsunuz. Bırakın onu, hiç karşılık vermeyin. Bu sene eksin bakalım o tarlayı. Ben gelince yine görüşürüz. Görelim el mi yaman, bey mi yaman !.. Yetimin hakkı kimseye yaramaz. Allah bir dert verir. Çıkar, çıkar da hiç bilemez vallahi. Şimdi siz, onlar ile hiç yüz göz olmayın. Her şeyin bir zamanı var. Dediğim gibi ben gelince konuşuruz. Eşref, sen bu söylediklerimi bilhassa anama tekrar tekrar anlat, ikna et.
Akşam yine yağmur yağdı. Sabaha dek sürdü yağmur. Sert bir rüzgâr esiyor. Çınarın ince dalları kırıldı bugün. İnsanın iliğine işliyor buranın soğuğu.
Düşman kuvvetleri günlerdir boğazı geçmek için çabalıyor ama bir sonuç alamadılar. Bizimkiler geceden mayını döşemiş. Çok zayiat verdi düşman. Sandılar ki kısa bir sürede İstanbul'da oluruz. Mukavemet, mücadele bütün hızı ile sürüyor. Gelecek günler daha bir çetin olacağa benzer. Ne diyelim, cümlemizi korusun Rabbim.
Baki selâm ve muhabbet ile…
*
Muhterem Validem,
Evvela selâm eder, ellerinizden öperim. Nasılsınız? Son mektuplarımda cephenin durumu hakkında da yazıyorum. Biliyorum, sizler, bu anlattıklarım ile daha bir korkuya kapılıyorsunuz, üzülüyorsunuz. Neylersin ki bana yaşadığımız gerçekleri yazmak düşüyor. Yazınca daha bir aydınlık günlerim. Yazınca daha bir huzurluyum. Hiç merak etmeyin beni. Şükürler olsun ki iyiyim.
Düşman donanması bu sabah Çimenlik kalesi, Hamidiye ve Kilitbahir taraflarını bombaladı. Yoğun top atışı bu mektubu yazdığım saatlerde dahi sürüyordu.
Çınar ağacı artık tamamen terk edilmiş bir vaziyette. Ne bizler siperlerimizden ayrılabiliyoruz ne de kuşlar geliyor. Issızlık almış yürümüş. Yerde kırılmış, incecik dallar ve buruşuk, çürümüş yapraklar… Geçenlerde çınarın yakınına düşen top mermisi kocaman bir çukur açmış. Rüzgârın önünde savrulan dallar, kâğıtlar çukuru doldurmuş.
Hiç tasada kalmayın, şükürler olsun iyiyim. Allah'a emanet olunuz.
*
İyi haberlerim var. Müjdeler olsun, müjdeler olsun!.. Düşman donanması boğazı geçemedi. Günlerce süren mukavetimiz karşısında mağlup oldular. Gecenin bir vaktinde döşenen mayınlar ile düşmanın en gösterişli gemileri batırıldı. Sonradan duyduk ki Nusret namında bir mayın gemimiz ile sağlanmış bu başarı. Herkesin dilinde "Nusret". Söz bugünlerde hep Nusret ile açılıyor. Allah'ın yardımı işte. Bugün yine Kur'an-ı Kerim'den sureler okudum. Dua ettim sürekli. Rabbimiz Enfal suresinin 17. ayetinde şöyle buyuruyor: "Ey müminler, düşmanı öldüren siz değildiniz. Allah öldürdü. Atış yaptığın zaman da sen atmadın Allah attı. Ve O -bütün bunları- kendi belirlediği güzel bir sınavla müminleri sınamak için yaptı. Muhakkak ki Allah her şeyi işiten ve her şeyi hakkıyla bilendir."
Karşı tepede yanmış birkaç ağaç var. Düşen top mermileri ile toprak delik deşik olmuş. Çınar ağacı dimdik ayakta duruyor. Bizleri selâmlıyor adeta.
Bugün yeni kuvvetler, askerler katıldı aramıza. Ekseriyyâtı çocuk yaşta. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır" diye, bir bir anlattık. Siperlerin arkasında, ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. İçlerinden birisi siperde bir marş söylemeye başladı. Yanık sesli bir çocuktu. Hâlâ kulaklarımda çınlıyor sesi:
"Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti, Allah'a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana.
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana."
Bir gün bu savaşı kazanacağız elbet, bir gün… Nice yiğitler vurulup düşse de geriye çekilmek yok. Allah'ı bir, kitabı bir, peygamberi bir milleti kimse parçalayamaz, yok edemez.
Anacığım, günlerimiz anlattığım gibi geçip gidiyor. Dualarını eksik etme. Kardeşime de mukayyet ol. Baki selâmlar…
*
Kıymetli Validem ,
Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Nasılsınız? İnşâallah iyisinizdir. Mektup göndermez oldunuz. Yoksa başınıza bir hal mi geldi? Beni burada merakta bıraktınız. Halbuki evvelce de yazmıştım. Ne olur, beni mektupsuz bırakmayın !..
Bahar günleri… Mart ayı bitiyor. Cemreler çoktan düştü buralara. Hava, su ve toprak ısınıyor. Şimdi bir hareket var tabiatta. Ölümden sonra diriliş misali hayat yeniden başlıyor.
Bugünler de genel durum sakin. Arada bir top sesleri duyulsa da denizdeki şiddetli çatışmalar azaldı. Düşman kuvvetleri geri çekiliyor. Düşman bu sefer karadan saldıracak diye haber alıyoruz.
Arkadaşım Harputlu Abdullah ile siperden çıkıp çınar ağacına doğru yürüdük. Abdullah evli. İki yaşında oğlu varmış. Harput'u anlatır hep. Annesi, babası hayatta. Babası esnaf. Komşularını dahi bir bir anlatıyor. Buram buram hasret kokuyor cümleleri.
Çınar ağacını geçip aşağı istikametteki kayalıklara doru yürümeye devam ettik. O anlattı, ben dinledim. Ben anlattım, o dinledi. Zaman su gibi aktı. Bir de baktık ki bizimkiler toplanıyor. İçtimâ vakti gelmiş. Oturduğumuz yerden kalkıp denize son kez bir daha bakıp içtimâ alanına doğru hızlı adımlarla yürüdük. Yeni yeni çimenler, pek neşeli fidanlar, masmavi gökyüzü…
Köyde tarla tapan işleri yolunda mı? Eşref kardeşim, aman, işlerimizi takip et. Bütün umudum sensin. Elinden geleni yap, yetişemediğin yerde, komşumuz Refik'e uğra, yardım iste. Yardımcı olur Refik, has insandır. Bugüne kadar bir kötülüğünü görmedik. Hem rahmetli babamız da övgüyle söz ederdi Refik'ten. Sen bu yazdıklarımı yabana atma Eşref.
Kalın sağlıcakla. Selâm…
*
Nihayet mektubunuz geldi. Bahar içinde bahar...Çiçekler açtı gönlümde.Sağ olun, var olun!..
Bu sene buğday ekemediğinizi yazmışsınız. Elde yok, avuçta yok öyle mi? Belli ki yine zor günler bizleri bekliyor. Yine de mücadeleye devam, mücadeleye devam… Olduğu yere kadar. Gayret bizden, yardım Allah'tan !..
Halimi düşünüp de dertlenme anacığım, şükür ki sıhhatim yerinde. Bu günler de geçer. Allah devlete, millete zeval vermesin derim. Şu harp bitsin hele işlerimizi yoluna koyarız. Ele güne, muhannete muhtaç olmayız hiç. Sabredin bakalım.
Eşref, vatan vazifesi için hazır ol kardeşim, hani hep büyümek istiyordun ya, bir gün olacak sen de silah altına alınacaksın. İstiklâl için savaşacağız. Bütün zamanlar boyunca kötülere karşı mücadelemiz devam edecek.
Selâm ve muhabbet ile...
*
Kıymetli Validem ve Kıymetli Kardeşim Eşref,
Bahar mevsimi köyümüzde bambaşka güzelliktedir. Bağımızı, bahçemizi düşünüyorum. Ağaçlar, fidanlar nasıl da neşelidir şimdi ! Su yürüdü dala, yaprağa. Toprak kımıl kımıl… İçin için çalışır mübarek. Bir tohum çatlamaya durur. Bir dal çiçeğe durur. Pür neşe dağ, bayır, ova, bağ, bahçe… Köyümün baharlarını bir kez daha görmek nasip olur mu, bilmem. Rabbim o günleri de gösterir inşâallah.
Cephede hazırlıklar bütün hızıyla sürüyor. Düşman evvelce de yazdığım gibi bu sefer karadan saldıracak. Çıkartma yapacakları alanlar tahmin ediliyor. Hazırlıklar buna göre yapılıyor. Bugün katırlar sırtında epeyce mühimmât geldi. Her birini cephaneliğe ayrı ayrı yerleştirdik. Bir daha mühimmât gelmesi pek zormuş. Elimizdeki tüfek, süngü, kurşun, el bombası ve diğer malzemeleri çok dikkatli kullanmamızı tembih ediyorlar. İyi nişancı olmak durumundayız hepimiz. Boşa harcanacak bir kurşunumuz dahi yok.
Bundan sonraki günlerde mektuplarımda aksamalar, gecikmeler olacaktır mutlaka. Zira zor bir zamandayız artık. Çetin günler bizleri bekliyor. Komutanlarımız bugünlerde daha bir telaşlı. Sık sık toplanıp kararlar alıyorlar. Sabır, gayret, zafer… Bizim için dua ediniz.
Çınar ağacı daha bir güzel bugünlerde. Olup bitenlere aldırış etmeden kendi aleminde yaşayıp gidiyor. Baharın gelmesi ile birlikte daha bir görkemli, gösterişli oldu ağaç. Arada bir gövdesine yaslanıp da sigara içtiğimiz zamanlar da oluyor. Dalları arasında nice hayatlar saklı. "Yaşamak ne güzel" diyorum kendi kendime. Ve bir türküyü mırıldanıyorum:
"Bülbülün yatağı bahçeler, bağlar
Garibin yatağı kahveler, hanlar
Gurbet ilde ölsem bana kim ağlar
Ötme garip bülbül, gönül şen değil"
Bu türküyü ilkin nerede dinlemiştim bilmiyorum ama duyduğum günden beri hiç unutmadım.
"Gülün nazla ömrü gelip geçiyor
Bülbül kafesinden kaçmış uçuyor
Kervan yükün almış konup göçüyor
Ötme garip bülbül, gönül şen değil"
Hiç merak etmeyiniz, gelecek zor günleri de aşarız biz. Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler. Şahit olduklarımı, hissettiklerimi size anlatınca daha bir rahatlıyorum. Biliyorum, uzaklarda da olsa beni dinleyen birileri var.
Kardeşim, sakın ola ki tahsilini yarıda bırakma. Okumalısın, okumalısın. Hem kendin için hem ailemiz için hem de aziz vatanımız için hayırlı olmanı temenni ediyorum. Rabbim yolunu açık eylesin. Görüşmek umuduyla baki selâmlar… Allah'a emanet olunuz !
*
Bu mektubu zor şartlar altında yazıyorum.
25 Nisan 1915… Düşman kuvvetleri çıkarma yaptı bugün. Çetin muharebeler oluyor. Uyku yok, dur yok, durak yok. Bekliyoruz. Bir emir ile siperlerden çıkıp düşmana saldırmaya hazırız. Bütün birlik teyakkuz halinde.
Kurşun yağmur gibi yağıyor üstümüze. İleri noktalarda düşmanı karşılayan birliklerimiz çok şehit verdi. "Allah u Ekber" nidaları göklere yükseliyor. Kur'an okumasını bilenlerin ahenkli, içli sedâsı siper boyunca duyuluyor. Bu ses ile kuvvet buluyoruz.
Selâm selâm…
*
Kıymetli Anacığım, Biricik Kardeşim,
Mektubunuzu aldım. Şu karanlık günlerde içime bir ışık düştü. Sanki çıkıp gelmişsiniz yanıma, sanki karşı karşıya oturup bir sohbete durmuşuz. Yüreğim ısındı. Daha bir umutluyum sizinle. Güzel günler göreceğimize inanıyorum. Umutsuzluk bize haram.
Size bir mektubumda Kadir Çavuş'tan bahsetmiştim. Çok iyi birisi demiştim. İçtiğimiz su ayrı gitmez demiştim. Kadir Çavuş dün ikindi saatlerinde yaptığımız karşı taarruzda vuruldu. Kendisini sırtımda sipere kadar taşıdım lakin yarası çok ağırdı. Şehit oldu. Elden ne gelir ki mekanı cennet olsun.
Çınar ağacına dün bir top mermisi isabet etti. Zavallı ağaç orta yerinden büyük bir yara aldı. Dalları kırıldı, savruldu her bir yana. Kesif bir toz bulutu havalandı o ân. Ağacın etrafı yanık yanık koktu. Simsiyah oldu. Ağacın gövdesinde sayısız kurşun izi gözüküyor.
Bu mektubumu postaya vermek artık pek güç. Zira burası ana-baba günü, mahşer yeri gibi burası. Kimin umurunda artık bir mektup.
Hakkınızı helal ediniz. Selâmlar…
*
Kıymetli Kardeşim Eşref,
Bir yandan savaş gemileri denizden bombalıyor. Bir yandan karada çatışmalar devam ediyor. Düşman kuvvetleri hem sayı bakımından hem de malzeme bakımından üstün bir durumda. Yine de mücadelemiz devam ediyor.
Düşman kuvvetleri yorgun, yılgın bir halde ama sürekli yeni kuvvetler ile takviye ediliyorlar. Ekmek hiç aklımıza gelmiyor. Cephanemiz tükeniyor. Budur bizleri endişeye sevk eden.
57. Alay ileri bir bölgede canla başla savaşıyor. Düşmana karşı mücadele veren ilk birliklerden. 57. Alayın bir neferi dahi hayatta kalmamış diye duyduk. Hepsi şehit.
Bu mektubu yazdım ama ne zaman postaya veririm bilinmez. Selâmlar…
*
Bugün posta günü. Gelen mektupların dağıtımı yapılıyor. Çantadaki mektuplar şimdi sahiplerini bekliyor. İsimler yüksek sesle bir bir okunuyor. Heyhat pek az kimseye ulaşıyor gelen mektuplar. Zira kimi şehit, kimi yaralı, kimi kayıp.
Çantada kalan son mektubu da eline alan komutan, askerlere doğru seslendi:
-Sadıkoğlu İbrahim, mektubun var, Sadıkoğlu İbrahim !..
Toplaşan kalabalık içinde bir ölüm sessizliği. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Komutan tekrar seslendi:
-Sadıkoğlu İbrahim !..
Kalabalık içinden incecik bir delikanlı öne çıkıp komutana cevap verdi:
-Sadıkoğlu İbrahim, şehit !..
Murat Soyak — Pzt, 23/02/2009
"Berceste" dergisi
Risalei Nur Uhuvvet Risalesinden bir pasaj...
İkinci Vecih
Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.
Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek." * Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.
Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan İmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı İmân ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.
Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.
Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir.
Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir.
Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir.
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın
" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"
Windows Live Messenger'ın için ücretsiz güncelleştirme! Buraya tıkla!
Windows Live Messenger'ın için ücretsiz güncelleştirme! Buraya tıkla!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Namaz kılmayı öğrenmek için doğru yere geldiniz... Tüm namaz gönüllüleriyle www.namazzamani.net 'te buluşalım. Her zaman fikrinize ve desteğinize ihtiyacımız var... Bu sitedeki mailler: http://namazzamani-grubu.blogspot.com adresinde yayınlanır...
Bu mesajı Google Grupları "Namaz Zamanı" gruba üye olduğunuz için aldınız.
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/namazzamani?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin.
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder